A3 Haber

Orhan Gazi Ertekin: Bugünkü iktidar halen 12 Eylül’ün ruhsatını kullanıyor

Orhan Gazi Ertekin: Bugünkü iktidar halen 12 Eylül’ün ruhsatını kullanıyor

Orhan Gazi Ertekin: Bugünkü iktidar halen 12 Eylül’ün ruhsatını kullanıyor
Ocak 29
09:00 2020

Orhan Gazi Ertekin’in tanıyor olmalısınız… Kiminiz bir televizyon programından, kiminiz yayımladığı bir kitabından, bazılarınız hukuk mücadelesinden, bazılarınız da sosyal medyadaki paylaşımlarından, örneğin 45’lik ve müzik tutkusundan…

Demokrat Yargı Derneği’nin eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin’in, aynı zamanda Yargı Meselesi Hallolundu, Yargı ve İktidar Oyunları, Türkiye’de Yargı Yoktur, Yargıda Kumpasın Köşe Taşları AKP ve Cemaat, Türkleşmek İslamlaşmak Memurlaşmak adlı kitaplarda imzası var.

2011’den beri Fethullah Gülen cemaatinin yargı içerisinde kadrolaşmasına dikkat çeken Ertekin, o dönemde bir bakıma “erken uyarıda” bulunmuştu. Sonrası hepimizin malumu…

Orhan Gazi Ertekin’le yaptığımız söyleşiyi paylaşıyorum…

“12 Eylül’le birlikte pastoral ve epik bir dünyadan demirden ve çelikten başka bir dünyaya geçtim”

Öncelikle söyleşi isteğimi kabul ettiğiniz için çok teşekkürler. Ben sizi Facebook sayesinde tanıdım. Henüz yüz yüze de görüşemedik ama zihin açıcı yazılarınızı ayrı, 45’lik paylaşımlarınızı ayrı sevdim. Buradan bakınca hukuku teorik düzeyde mesele eden, duruşu net, güçlü bir “yazı sesi” olan, dost canlısı, renkli bir insan görüyorum. Siz kendinizi nasıl tanımlarsınız?

Kişilik ve karakter açısından bilemem. Ama mizaç ve huy açısından galiba dışardan bakanları ve onların gözlemlerini dinlemek gerekir. Sizi onaylamak bakımından değilse de bir parça ifşa etmek bakımından-madem sorunuz bu- bir kaç şey söylemek isterim.

Şimdi şöyle: Ben çocukluk ve ergenliğimi 1970’li yıllar sonu ile 12 Eylül darbesi sonrası yaşadım. Bağlı bahçeli ve devrimci bir ailenin içinde doğmuştum. Abilerim ve ablam devrimci hareketlerin içindeydiler, anam babam da… Hayatın içine ilk girdiğim yer burası…

Hemen arkasından 12 Eylül darbesi geldi. Her şeyin büyülü bir doğa ve büyülü insanlarla kuşatıldığı bir 1970’ler hayatının birden bire 12 Eylül sonrasının işkence, kandan ibaret bir savaşın ve klostrofobik gri bir hayatın içine giriverdiği bir dönemi yaşadık. Anam ve babam da dâhil abilerim, ablam 12 Eylül ile birlikte uzun işkencelerden geçtiler ve cezaevi hayatının içine girdiler.

Bu durum ilk kişilik kazandığım süreçlerin pastoral epik bir dünyadan demirden ve çelikten bir başka dünyaya geçiş olduğu anlamına geliyor bir başka yandan. Galiba tam bu süreçte büyüdüm veya büyüyemedim. Tam bu süreçte bir kişilik edindim veya edinemedim. Veya başa çıkmak için huylar geliştirdim. Bilmiyorum.

Belki bu nedenlerden kendimi neşeli ve epik bir dünya ile huzursuz, asosyal, yabani ve sıkılmış bir dünyanın arasında gidip gelirken bulurum ben. Hayatın neşesini ve sürprizlerini bilmek ve darmadağın edilip bir enkazla sınanmayı öğrenmek galiba… Her ikisini de kayıtsızlık içinde önemsizleştirmek sonucunu doğurmuyor her zaman.

Neşe de keder de size kendisini ayrı ayrı hatırlatıyor… Her ikisinden de bir şikayetim yok. Hatta tersine insandaki şenlik duygusunu çoğaltıyor bu duygular. Bence “şenlik” ve “oyun” insanın en güzel, en özgür yanlarını açığa çıkarıyor ve hayatı kutsuyor…

Soru neydi unuttum…

“Bugünkü iktidar halen 12 Eylül’ün ruhsatını kullanıyor”

12 Eylül ne büyük bir travmadır bu ülke için. Bana doğrudan dokunmadı ama içimdeki his şöyle: Yeterince yüzleşilmedi, hesaplaşılmadı, hatta form değiştirdi hala tepemizde dolanıyor… Siz ne dersiniz?

Kesinlikle katılıyorum. Hepimizin her gün lanet edip hepimizin her gün içine doluştuğu garip bir siyasi hukuki labirente benziyor biraz 12 Eylülün siyasi hukuki düzeni. Çünkü 12 Eylül her durumda suçlunun biz olduğumuzu telkin eden bir iç sesi verdi her yurttaşa. Her yurttaşı kendi gardiyanına dönüştürdü.

Ebeveynlerin çocuklarına “aman olaylara karışma…” tembihi gerçekte Türkiye yurttaşlarının devlet karşısında kabul edilmiş, uyma garantisi verilmiş bir haddini bilme ayininin tezahürü idi. Kabadayı devletin sınırsız gücüne bakıp ona hiç ilişmeden, uzakta kalarak, kendini suçlayarak, kendine eziyet ederek hayatta kalmayı öğrenen yaratıklar olduk.

Bir sorun varsa dön kendinde ara, dön bir daha ara, olmadı kendini rahatlatmak üzere her gün yeniden hatırlat devletin sana her şeyi ve nedensiz bile yapabilecek “haklı bir canavar” olduğunu…

Kendini yeterince ve asla teskin edemeyeceğin bir “oyun” bu. Hiçbir zaman başa çıkamayacağın bir korku… Her durumda devletin sana yeniden ve yeniden kendini kanıtlama, kendi masumiyetini garanti etme talebinde bulunduğu bulunabileceği, bulunma yetkisi olduğu bir siyasal ve hukuki ilişki biçimi doğdu böylece.

Evet, 12 Eylül Türkiye’nin bir yurttaşlık eğitimidir ve bugün de o eğitimin ürünleri baştadır. Onlar da biz de karşıyızdır 12 Eylül’e… Ama bu bizi 12 Eylül’ün uzayıp giden faillerinden birisi olmaktan nasılsa alıkoymaz. Bu durum bir çelişki gibi görünüyor. Ama değil. Onu hiç sevmiyoruz. Hep bir ağızdan telin ediyoruz. Ama o hayatı her gün yeniden üretiyoruz.

Evet bir travma! Bu nedenle hepimiz her gün yeniden yaşıyor ve yaşatıyoruz 12 Eylül’ü galiba. Çünkü aslında hepimiz 12 Eylül’ün şiddet eğitiminin çocukları, öğrencileriyiz. 12 Eylül ilk olarak burada kazandı galiba: bir yandan hepimizi sürekli ağlayan, mağdurluğu seven sümüklülere dönüştürdü aynı anda hayata etkimiz, müdahalemizin de olmadığı, olamayacağı bir çaresizlik hissi ile donattı. Ve nihayet bütün bunları içerden kabullenen ve buna uygun hareket eden faillere dönüştük. Hem içinde hem dışında olmamız bundan.. Bize her daim yaşayacak bir korku verdi 12 Eylül darbesi…

Bugün Osman Kavala’nın, Ahmet Altan’ın, Selçuk Kozağaçlı’nın ve dahi Mümtazer Türköne’nin anlamsız davalarda yargılanmasının ruhsatı 12 Eylül darbesi ile verilmiştir. Halen de o ruhsat kullanılmaktadır…

 

Kendime bakıyorum, yıllar içinde homo economicustan homo juridicusa evrildim. Sistemin temel bileşeni güven, güvenin teminatı ise adalet… Oysa son zamanlarda ne hüküm giyenin suçlu olduğundan, ne de beraat edenin masumiyetinden emin olamadığım bir haldeyim. Bu ülke hep böyleydi de ben mi farkında değildim? Hukuk düzeni böyle bir şey mi?

Bunun kolay cevabı şudur: Evet hep vardı ve hayır yoktu…

Vardı çünkü bütün hukuk düzenleri bir ilk hukuksuzluk üzerine kurulurlar. Ama sonraki her eylemleri bir “normal”e dönüşür ve hukuk haline gelir.

Başka deyişle Demokrat Yargı derneğimizin eşbaşkanı Muzaffer Şakar’ın veciz sözüyle “iktidar krizi varsa içtihat krizi de vardır…” Bugün de bir içtihat, bir hukuk krizi var.

Bırakın sizi, AKP’nin kendi tabanına bile güven vermiyor. Bugün yaşadığımız sorun iktidar krizini de aşacak şekilde yapısal bir egemenlik krizi yaşıyor olmamızla alakalı. İktidar bugün kurucu hiç bir ilişkiye ve pratiğe giremiyor. Hukuk yaratamıyor. Kendi taraftarlarını bile ikna edemiyor. Bu çapta bir hukuksuzluk ancak ve ancak “iktidarsızlık” olarak görülebilir ve bu da Türkiye’de de dünyada da bu kadar uzun süre devam etmemiştir.

Dolayısıyla bugünkü hukuki süreçleri anlamak bakımından bir gelenek var ders alabileceğimiz… Ama aynı zamanda hem Türkiye hem de dünya açısından “yeni” bir dönemde olabiliriz. Sorunuzun gelenek ve tarih yönünden kısa ve kolay cevabı buydu.

Daha uzun ve “yenilik”lere dair bir cevap ise hukuk felsefesinden politika ve tarihe uzanan oldukça çetrefil bir tartışma alanını içeriyor hakikaten… Bir yandan da Kemalist hukuk kültürü ile siyasal İslamcıların hukuk tecrübelerini karşılaştırmayı gerektiriyor daha özelde.

Bu nedenle kuşatıcı bir çerçeve açmadan cevaplamak zor… Sorunuzun ilk tespit kısmıyla ikinci kısmına birlikte cevap verirsem belki fazla uzun olmayan bir cevabı başarabilirim…

Bakın tarihçiler 12. yüzyılı “The Age of Lawyers” (hukukçular çağı) olarak çağırıyorlar.

Her şeyin; ekonominin, siyasetin ve kültürün hukuksallaştırıldığı bir dönemi ve süreci oldukça iyi temsil ediyor bu isimlendirme. Kapitalizm insanlar arasındaki ilişkiyi ekonomik temele yerleştirirken aynı anda onu hukuksallaştıran bir eğilim içine girdi. Ekonomik ilişkiler böylece bir güven ilişkisi içine yerleştiriliyordu.

Öngörülebilirlik üretim, bankacılık ve ticaretin rasyonel bir zemine yerleştirilmesinin bir başka karşılığı idi. Böylece Friedman’dan ilhamla söylersek “kapitalizm hukuk ile var olur. Çünkü hukuk piyasayı korur…” denilebilecek bir ilerlemeci aydınlanmacı özgüven doğdu.

Türkiye ekonomistleri ve hukukçuları, liberalinden sosyalistine kadar uzanan çeşitlilikte hep böyle ilerlemeci beklentiler içine girmişlerdir. Türkiye’yi hep bu beklenti içinde anlamaya ve açıklamaya çalışmışlardır.

Halen de bu beklenti hâkim… Ama biraz yüzümüzü Doğuya çevirsek örneğin Endonezya’daki süreçler bu beklentiyi pek karşılamıyor ve Friedman’cı tezimizi neoliberal tecrübelerle yalanlıyor. Hukuk giderek “güvenlik” yerine operatif bir işlevin içine giriyor.

Bu Türkiye’de de böyle Brezilya’da da ve giderek Polonya’da da ve Macaristan’da da benzer süreçler görülüyor… Sanırım dünya artık hukuk düzenleri bakımından da yeni bir döneme giriyor. Dünya yeni bir hukukçular çağına girdi ve yaşadığımız derin hukuk krizleri oldukça anlamlı biçimde her şeyi hukuksallaştırma eğilimi içine giren “homo juridicusları” çoğalttı. Bence bunun verimli olması için yeni hukuk anlayış ve imkanlarını tartışmaya başlamalıyız.

Özetle bu yaşadıklarımızın hukuk tarihlerinde bir karşılığı var bir de daha önce tecrübe etmediğimiz yenilik ihtimalleri ile de alakalı yanı var. Bildiğimiz dünyanın sonuna gelmiş olabiliriz.

“Geçmişteki Genelkurmay’ın yerini Saray aldı, kendileri için ‘sorunlu’ kararlardaki düzeltme ve onarımlar orda yapılıyor”

İçeriye dönecek olursak… Sanırım hukukun operatif bir işlev kazandığı açık. Fakat daha önce Ahmet Altan davasında önce tahliye, sonra yeniden tutuklama yaşanmıştı. En son Metin İyidil olayında çok daha tuhaf bir durumla karşılaştık. İçeride bitmek bilmeyen bir kavga mı var?

Türkiye yargısındaki her mesele aynı zamanda farklı hizipler arasındaki bir kavga alanıdır. Özellikle kadrolaşmak bu ülkedeki siyasetin başlıca faaliyet alanıdır ve geçmişi çok gerilere gitmektedir.

Tarihçi Baki Tezcan hocanın 2. Osmanlı dönemi olarak tespit ettiği 16. yüzyıldan itibaren farklı hizipler ve kadrolar arasındaki kavgaların bugüne kadar uzayan bir silsile ve gelenek yarattığını söylemek sanırım çok abartı sayılmaz. Cumhuriyet sonrası milli eğitim bakanlığındaki Hasan Ali Yücel-Reşat Şemsettin Sirer arasındaki hizip ve kadro kavgaları da hatırlanmalıdır. Bu çatışmalar aynıyla yargıda da zuhur etmiştir.

Fakat bugün için kadro kavgalarının farklı bir yanından bahsedilebilir. Geçmişte yargı içi savaşları genellikle CHP ile DP-AP kadroları arasındaki çekişmeler olarak ortaya çıkar, arada “Ankara grubu”, “Karadeniz grubu” veya “Denizli grubu” gibi daha yerel çıkar grupları ile esnek işbirliği yaparlardı. Bütün bunların üstünde ise Genel Kurmayın kendi özel “devlet listesi” olurdu. Örneğin Diyarbakır Başsavcılığına kimin atanması gerektiği kararı Genel Kurmay hassasiyeti ile belirlenir, bu ve buna benzer sınırlı meseleler dışındaki kararlarda alt grup ve hiziplerin kavgalarına müsaade edilirdi. Arada önemli ekonomik konularda da bir “borsa” ilişkileri olurdu.

Bugün ise hiziplerin neredeyse tümü Saray etrafında kümelenmiş durumdadır. Gülen cemaati hariç… Cemaatin boşalttığı yere yönelik çok sayıda talip var. Cemaatin yargı merkezinden kısmen uzaklaştırıldığı 2014 başı ile tamamen uzaklaştırıldığı 15 Temmuz askeri kalkışması sonrası kadro dağıtımı meselesi temel çatışma gündemi olmuştur. Bu çatışma her gün yenileniyor, taraflar yeni konumlar alıyorlar.

Bir yenilik daha var bu kavgada ki o da Saray avukatlarının 2014 sonrası Yargı merkezinde giderek güçlenen bir unsur haline gelmiş olmalarıdır. Bu kadar çoklu bir aktör ve ilişkiler alanında kavganın olmaması mümkün değildir ve her grup bulunduğu konumu kullanarak gelişmeleri kendi çıkarlarına doğru çekmeye çalışmaktadır.

Geçmişteki Genelkurmay’ın yerini ise bugün Saray almıştır. Yargıdaki kendileri için “sorunlu” kararlardaki esasa ilişkin düzeltme ve onarımlar orada yapılmaktadır.

Ahmet Altan kararı bir kavgadan çok “deneme” türü bir girişim gibi görünüyor. Altan’ın çıktığında da bir muhalefet kürsüsüne dönüşmesi ve bir toplanma merkezi yaratması yeniden tutuklanmasını da belirledi sanki. Deneme başarısız oldu yani.

İyidil kararına gelince orada bir kavgadan başka çözülmesi gereken bir “ muamma” var…

“Türkiye’nin bir siyaset hukuku yok ve bu durum ‘düşükler’ haline gelen herkesin sorgusuz sualsiz yargılanması anlamına gelir”

Bana mikro seviye de çok sorunlu görünüyor. Tabii izlediğim denekler sosyal medyadan ama bir fikir veriyor diye düşünüyorum. En basitinden “masumiyet karinesi” bile insanımızın umurunda değil sanki. En ufak bir esas veya usul kaygısı yok gibi. Astığı astık kestiği kestiklerin sesi pek yüksek çıkıyor. Yoksa genel olarak toplumun güvenilir yargı sistemi talebi cılız mı? Bu talep cılız olmasa yargı bu halde olur muydu ya da kalır mıydı?

Çok yerinde ve hukuk ve Yargı söz konusu olduğunda en çok dikkat alanında tutulması gereken bir gözlem bu…

Pek garip ama Türkiye’de her grup kendisine hukuk istiyor. Kendisinin yargıda bir rutin haline dönüşmesini/dönüştürülmesini istemiyor. Ama bunu başkaları ile paylaştığı bir yurttaşlık ilişkisi içinden kurmuyor.

Siyasal İslamcıların iktidara geliş hikayelerine bir bakın. Yargıtay savcılığı ve anayasa mahkemesinden adalet istiyorlardı. Ama o günlerdeki adalet taleplerinin kendi dışındakileri de içerecek bir “hukuki” anlam içermediğini bugün gördük.

Peki ya Ergenekon ve Balyoz davalarında yargılanan asker ve eski cumhuriyet seçkinlerine ne dersiniz? Neredeyse on yıllarını hukuk ve adalet savunmaları ile geçirdiler. Şimdiki yargılamalar nezdinde nerede durduklarını hep beraber görüyoruz. Neredeyse tek bir şerhleri bile yok.

Gülen cemaatini hatırlamamak olmaz tabii ki… 2006’dan 2014’e kadar her türlü yargı hilelerini yaptılar ve binlerce masum insanın mahkemelerde acı çekmelerinin birincil sorumlusu idiler ve bugün çok benzer yargı uygulamaları ile karşılaştıklarını gördüğümüzde ders çok açık.

Türkiye’de tüm toplumun hukukunu inşa edebilecek bir siyasal harekete sahip değiliz. Buna ilişkin bir geleneğimiz de yok. Eğer hak ve adalet talebiniz bir toplumun diğer bireyleri ile paylaştığınız bir hukuki temele dayanmıyorsa ve eşit bir yurttaşlık ilişkisinden kaynaklanmıyorsa yaptığınız şey bir “siyasi kapkaççılık”tan başka bir şey değildir.

Evet, eski Roma’dan beri siyaset bir tertiptir. Bir manevradır. Bu anlaşılabilir bir durum. Fakat eğer hegemonik ilişkiyi unutursanız ve kendi dışınızdaki güçleri kendi toplumsal ilişkilerinizin içine çekebilecek kabiliyetten yoksunsanız çabucak bitersiniz.

Bu hem liberal hem de marksist siyasi tecrübelerin dersidir… Rosa Lüksemburg da Sovyet devriminin ilk yıllarında kamuoyu, fikir özgürlüğü ve siyasi partiler konusundaki demokratik uyarılarını yapmıştı.

Asıl konumuza dönersek kapkaççı siyasi kültür Türkiye’nin neredeyse tüm yurttaşlarını hukukun dışına itmiş, cumhuriyet seçkinlerini bile “mağdur” haline getirmiş, hukuka asla dayanmayan bir iktidar pratiği oluşturmuştur. Ve hiç birinin bu konuda yalnızca diğerini suçlayacak bir haklılığa sahip olmadığı açıktır.

Tabii ki bugünün iktidarının hukuksuzlukları, yaşayan bir adaletsizlik sorunu yaratmaktadır ve “geçmiş” haline gelmiş iktidarlar yerine birincil sorumludur.

Diğer yandan bu geleneksel “kapkaç siyasetinin” halk nezdinde de bir karşılığı vardır. Halk denilen “şey” gerçekte belirlenemez bir kitle halini temsil eder ve genellikle iktidarın hukuku ile geçimini sağlama eğilimi vardır.

Üstat Haluk Tekeli’nin deprem nedeniyle isabetle tespit ettiği gibi ciddi inşaat sorunları taşıyan binalara af getirilirken halkın af için sıraya dizilmesinin, bu ülkenin hukuku ile uğursuz ilişkisini görmezden gelemeyiz.

Özeti şudur herhalde: Türkiye’nin bir siyaset hukuku yoktur ve bu durum “düşükler” (1960 darbesi sonrası Demokrat Partililer böyle çağrılıyordu) haline gelen herkesin sorgusuz sualsiz yargılanması anlamına gelir. Çünkü hiçbir siyasi grup veya halk düşmanının adaletsiz yargılanmasında gerçekte kendi yurttaşlığının askıya alındığını düşünmez. Hepimiz bir diğerinin celladıyız…

Sevgili Haluk’un altını çizdiği “imar barışı” benim için devletle vatandaş arasındaki “ben seni görmeyeyim, sen de beni görme” şeklinde yürüyen zımni ortaklığın bir tezahürü olarak ürkütücü. Suçun kolektifleşip kaybolması sonucu “kötü hukuk” “iyi hukuku” kovuyor. Ben 58 doğumluyum. Bu ülkenin hukuken “normalleşmeye” başladığını göreceğimi sanmıyorum. Sizce?

Yaşadığımız günler umutlu söylemlerin kimseyi ikna edemeyeceği bir döneme işaret ediyor hakikaten de. Umudun artık politik bir değeri yok. Belki hayallerimizi kamçılayarak yaşadığımız olağanüstü sıkışma haline dayanmamızı sağlıyor olabilir gelecekten umutlu olmak. Ama hepsi o kadar işte.

Belki de artık geleceğin parıltılı ışıklarıyla uyuşmaktan vazgeçip bugüne dönmemiz gerekiyor. Yarına değil bugüne sarılmamız gerekiyor. Bilgece sözlerin de umut gibi aynı dibi delik kovaya boşaldığının farkındayım tabii ki ve size geleceği daha güzel hayal edebilen bir insan olduğumu kanıtlamak peşinde de değilim.

Ama şuna inanıyorum ki “iyi” politika ve “iyi” hukuk geleceğe dönük bir umuttan çok bugünün neşesi ve oyun duygusundan yükselir bence. Yani yaratıcılık hayal dünyamızdan çok bugüne ait dinamizmimizle alakalıdır. Varlığın yolu varoluş geliştirmektir… Ki bu da geleceğe yatırım yapmaktan çok bugünü yaşamakla alakalı…

Ben de umutlu değilim ki, olmayalım artık… Ama günün neşesini ve oyun duygumuzu yaşamaktan kendimizi alıkoymayalım derim ben… İşte her şeyi yaratan yaratabilen şey budur…

Umut genellikle “mesih”lerle gelir ki bence mesihi de öldürelim ki mesihlerin mutsuz ve umutsuz çocukları olmaktan kendimizi alıkoyabilelim… Çok bence dedim ama bir kez daha bence ümitvar olmamak bizi gelecek kaygısı karşısında daha güçlü ve daha yaratıcı yapabilir… Çünkü bizim insan türü olarak hayat enerjimiz bizi bugüne kadar var eden şey oldu hep ona sarılmak umudu aşan bir içgüdüye de sahip olmak demek…

“3000 civarında 45’lik, 400 civarında taş plağım var ve sadece onları zenginlik sayıyorum”

45’liklere dönelim o zaman … Sizin Facebook’tan yaptığınız yayınlar bana şaşırtıcı derecede iyi geliyor mesela… Nedir bu 45’liklerle bağınız?

45’likler müzik ile “ürün”ün iç içe geçtiği dönemlerin hatırasını taşıyor. Evet, artık geçmiş zamanın izleri taş plaklar, long playler, kasetler ve CD’ler gibi giderek müziğin bir ürün olmaktan çıkmaya başladığı 2000’lerle birlikte “geçmiş” haline geldiler…

Bir şey daha var 45’lik plaklar bakımından ki o da şarkıya türküye, müziğe özel bir zaman ayırdığınız, bir tür ayin yaptığınız zamanların ürünleri… 45’lik ve taş plakları öyle bir düğmeye basarak dinleyemezsiniz. Özenle yerinden çıkarıp, bir kutsal kitap gibi hassasiyetle pikaba yerleştirmek ve önünüzdeki üç beş dakika ona sadece kulağınızı değil her duyunuzu vermek zorundasınız. Onlarca müzik parçasını başka şeylerle oyalanarak 45’liklerde dinleyemezsiniz örneğin…

Bir başka özellik 45’likler açısından; 45’likler gerçek analog ses taşıyor. Sayısal olarak üretilmiyor dijitaldeki gibi. Gerçek ses ile aynı frekansa sahip.. Tüm bunları birleştirdiğimizde 45’liklerle zamanları aşan bir müzik ile karşılaşıyorsunuz ve kaçınılmaz olarak yaptığınız şey bir ayine dönüşüyor. Sadece müziğin kendisi ile oyalanıyorsunuz ve sadece bir ürün ile taşınabilecek bir müziğe bağlanıyorsunuz.

Aynı durum taş plaklar ve dönem 33’lük plaklar için de söz konusu. Ben şahsen 45’likçiyim ve uzun süredir biriktiriyorum. İlk olarak 1980’lerin sonunda kasetlerle başlamıştım. Sonra CD’ler ve arkasından bir doktor arkadaşımın pikap hediyesi ile plaklara başladım…

Yıldızlı bir gecede arkadaşımla şarap içerken artık pikap almak istediğimi söylemiştim. Doktor arkadaşım bir süre sonra elinde bir pikapla geldi ve benim 45’lik serüvenim başladı. Ona minnettarım. 2000’lerle beraber plak merakında bir yükseliş de vardı ve plak bulmak kolaylaşmıştı…

Bugün 3000 civarında 45’lik, 400 civarında taş plağım var ve sadece onları zenginlik sayıyorum başka bir şeyi değil…

Neden müziğe bir ürün olarak sahip olmak tutkusuna gelince galiba çocukluğumdan gelen iki boşluk hissi ile ilgili. Birincisi âşık Mahsuni Şerif ile babamın uzun günler ve geceler süren sazlı sözlü sohbetlerini takip ederdim çocukluğumda. Fakat elimizde o sohbetlerden pek az kayıt var. Bir kaç kaset sadece. Bütün o türkü ve sohbetlerin kaydedilmiş olmasını çok isterdim. Bu bende bir kayıp duygusu yarattı galiba ve geçmişteki kayıtları elde tutmayı bir tutkuya dönüştürdü.

İkincisi ise şu: sanırım 1980 yılıydı. Henüz bir çocuğum ve radyoda bir şarkı çalıyor. Ben sesi duyar duymaz büyülenmiştim. Şarkı bitince spiker “Melanie’den Mr Tanbourine Man i dinlediniz” dedi. Ondan sonra müzik ile ilgili her kişiye Melanie’yi sorup durdum. Kaynaklar zaten sınırlıydı ve kimse de bilmiyordu. Yıllar sonra üniversiteye başladığımda kız arkadaşım evinde teybe bir kaset koydu ve biz bir şarkı dinlemeye başladık. Mr Tanbourine man’ı söylüyordu Melanie… Sıçrayıp tavanı öpecektim neredeyse… Yıllardır aradığım ses tam önümdeydi ve hep dinleyebilecektim… Müziğe sahip olma ve kaybetmeme hırsı buradan doğdu galiba…

YouTube video

Çok teşekkür ediyorum Sayın Orhan Gazi Ertekin. Uzmanı olmadığım bir alanda söyleşi yapmak beni tedirgin ediyordu ancak cevaplarınızla benim için hayatı kolaylaştırdınız. Tekrar görüşmek üzere diyorum…

Orhan Gazi Ertekin kimdir?

1993 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. 1998 yılında Siirt, Baykan’da hâkimliğe başladı. Radikal, Taraf, Star, Zaman gazeteleri ile Express, Birikim, Tarih ve Toplum, Toplum ve Bilim dergilerinde yazıları yayımlandı. “Cumhuriyet Dönemi’nde Türkçülüğün Çatallanan Yolları” başlıklı makalesi 2002 yılında İletişim Yayınları tarafından, Kürt meselesi ile Türk-İran ilişkileri üzerine analizlerin yer aldığı “Öz Soy Operası: Kayıp Bir Destan Kayıp Bir Tarih” makalesi 2005 yılında Toplum ve Bilim dergisi tarafından yayımlandı. “Yargı Meselesi Hallolundu” (Epos Yayınları) kitabı 2011 yılında, Faruk Özsu ile birlikte yazdığı “Türkleşmek İslamlaşmak Memurlaşmak: Ak Parti Cemaat ve Yargının Hikayesi” kitabı (Nika Yayınevi) 2013 yılında; Faruk Özsu, Kemal Şahin, Uğur Yiğit ve Muzaffer Şakar ile birlikte yazdığı “Türkiye’de Yargı Yoktur” kitabı (Tekin Yayınevi, 2.Baskı) 2014 yılında yayımlandı. 2009 yılında Demokrat Yargı Derneği’nin kurucu kadrosunda yer aldı ve eşbaşkanlığını yürüttü.

About Author

Ahmet

Ahmet

Related Articles

TÜM HABERLER