A3 Haber

Hava, su, ekmek, laiklik: 5 Şubat’ı anarken AKP Türkiye’sinde şeriat manzaraları

Hava, su, ekmek, laiklik: 5 Şubat’ı anarken AKP Türkiye’sinde şeriat manzaraları

Hava, su, ekmek, laiklik: 5 Şubat’ı anarken AKP Türkiye’sinde şeriat manzaraları
Şubat 05
13:56 2020

Bugün 5 Şubat… Laiklik ilkesinin Türkiye Cumhuriyeti anayasasına girişinin 83’üncü yıldönümü…

İnsanlık tarihinde büyük mücadelelerle, ödenen bedellerle kazanılan laiklik, 5 Şubat 1937’de Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasına girerek, eksikleriyle de olsa, devleti tanımlayan temel niteliklerden biri olarak kabul edildi.

Bu ansiklopedik bilgiyi hepimiz biliyor olabiliriz. Oysa bugün, AKP Türkiye’sinde asıl sormamız gereken kritik sorular şunlar: Bugün Türkiye laik bir ülke mi? Laiklikten geriye ne kaldı?

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyip, nedenini nasılını niçinini inceleyelim… Söylememiz gereken şu: Türkiye bugün fiili, “de facto”, ilan edilmemiş, gayri resmi bir şeriat rejimiyle yönetilmekte.

Tablo ortada… Tutuklanmak için bir suça ihtiyacınız yok: AKP-MHP rejimi sizin için en uygun suçu bulur ve yaftayı yapıştırır.

Muhalif olmanız, AKP’yi eleştirmeniz, laikliği savunmanız, hayatın her ânının ve alanının dinsel referanslarla dizayn edilmesine itiraz etmeniz, ilerici değerlerden yana tavır koymanız, tarikatların, cemaatlerin, imam hatiplerin kapatılmasını istemeniz… Bunların her biri artık birer “suçtur” bu ucube düzende…

Bir ara TBMM Başkanlığı koltuğunda oturan İsmail Kahraman “Yeni anayasada laiklik olmamalı, yeni anayasa dindar bir anayasa olmalı” diyerek gerçek bir suç işlemişti. Ancak İsmail Kahraman değil, Kahraman’ın bu sözlerini eleştirenler coplandı, gazlandı, gözaltına alındı.

Adliye koridorlarında toplu namaz kılınan, mesai saatlerinin namaz saatlerine göre ayarlandığı, çoktan kapatılıp tarihin çöp kutusuna gönderilmiş olması gereken medreselerin “öğrenci” yetiştirip “icazet töreni” düzenlendiği, Resmi Gazete’de şeri hükümlerin sayfa sayfa yayımlandığı bir ülkeden söz ediyoruz!

Savcılık yerine müftülüğe ifadeye çağrılan gazete yazı işleri müdürü mü ararsın… İlk ve orta dereceli okullarda zorunlu din dersi zorbalığı mı ararsın… Sıbyan kursu adı altında parmak kadar çocuklara şeriat eğitimi verenler mi ararsın… Dernek ve vakıf adı altında örgütlenen tarikatların neredeyse anaokullarına kadar girmesini mi ararsın… Müftüye ve imama nikah yetkisi mi ararsın… Üniversitelerde laikliği “en büyük tehlike” olarak gören “profesör” adı altında şarlatanlar mı ararsın… Tekkeye dönüştürülmüş KYK yurtları mı ararsın… Akademi kürsüsünde ders diye anlatılan safsatalar mı ararsın…

AKP Türkiye’sinde hepsi mevcut!

Hava, su, ekmek, laiklik…

Oysa laikliğin önemini anlatmak için şu sıralama önemli: Hava, su, ekmek, laiklik…

Laiklik yoksa nefes bile alamazsınız.

Açlıktan, susuzluktan, oksijensizlikten ölünür de, laiksizlikten ölünmez mi?

Hem de nasıl ölünür!

Mutedil, mütedeyyin, muhafazakârın yani dört başı mamur sahtekârın ikiyüzlü tezgâhında nefessiz can verirsin.

Ölüp gider, çürüyüp bitersin farkına bile varmazsın.

Çünkü yavaş yavaş beyin ölümün gerçekleşir.

Bazen beyin ölümüne bile kalmaz iş, IŞİD ölümüyle, “cihatçı” ölümüyle kelleni alıverirler!

***

Laikliğin tanımı belli de…

Laiksizliğin tanımı da gayet açık: Akla saldırıdır laiksizlik.

Aklı devreden çıkarmaktır. Bilimi, sanatı, yaratıyı…

İnsanın yaratıcı ve kurucu tek varlık olduğunu inkârdır.

Taaa antik çağın laik ahlak öğretisini temsil eden Stoa okulunun kurucusu Kıbrıslı Zenon, genel anlamda doğrunun ancak “akıl” aracılığıyla bulunabileceğini söyler iki bin yıl önce.

Memleketin dağına taşına, evine okuluna, sokağına caddesine, köyüne kentine “özgürlük” adı altında dinsel vesayet gömleğini giydirenlere, Alman filozof Immanuel Kant iki yüz yıl önceden seslenir: “Aydınlanmanın temel noktasını, insanların bizzat kendilerinin sorumlu oldukları vesayet durumundan, özellikle de din konularındaki vesayetten çıkmalarında görüyorum, çünkü dini vesayet tüm vesayetlerin hem en zararlısı, hem de en onur kırıcısıdır.”

1783’te bir Alman dergisine “Aydınlanma nedir” sorusuna verdiği yanıtta “Sapere aude” diyordu Immanuel Kant, “Aklını kullanma cesaretini göster” diyordu.

Ve devam ediyordu: “Aydınlanma, insanın düşmüş olduğu küçüklük/güçsüzlük durumundan kurtulup aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır. Küçüklük/güçsüzlük, başkasının yol göstericiliği olmadan kavrayışını kullanamama yetersizliğidir. Bu küçüklüğün/güçsüzlüğün sorumlusu insanın kendisidir, çünkü bunda yatan neden sadece kavrayış eksikliğinden gelmez, başkasının yol göstericiliği olmadan kavrayışını kullanabilme kararlılığının ve yürekliliğinin olmamasından gelir. Kendi kavrayışını, aklını kullanma cesaretini göster. Sapere aude!

İşte aydınlanmanın formülü bu.

Başta dinsel olmak üzere, her türlü vesayetten aklını kurtarabilme yetisi. Ve bunun tek güvencesi laiklik.

Her türlü gerici kaypaklığa ve ikiyüzlülüğe karşı çıkarak, hayır diyerek, isyan ederek…

***

Gün geçmiyor ki bir okul daha imam hatipleştirilmesin.

Artık okulları kategorik olarak imam hatibe çevirmekten vazgeçtiler, kalan tüm okullara imam hatip müfredatı dayatarak okulların hepsini imamlaştırdılar.

Beş altı yıl önce “normal” ortaokula başlayan 10 yaşındaki yeğenimin seçmeli derslerinden birinin “Kuran” dersi olduğunu öğrendiğimde fark ettim bu ince ayrımı!

Tayyip Erdoğan 2013’te İmam Hatip Liseleri Mezunlar ve Mensuplar Derneği’nin 55’inci “geleneksel” iftarında konuşmuştu. İmam hatipleştirme operasyonunun son 15-20 yılın değil, yarım asrın işi olduğunu da bu “55’inci iftar geleneğinden” anlıyoruz zaten!

Ve benim, bizim, hepimizin yıllardır savunageldiği düşünce, bir itiraf gibi dökülüvermişti Tayyip Erdoğan’ın dudaklarından.

Kelimesi kelimesine şöyle demişti:

İmam hatipler sadece bir okul değildir. İmam hatipler bu ülkeye istikamet çizen, bu ülkenin ufkunu aydınlatan, en önemlisi de bu ülkenin öz değerlerine sahip çıkıp onları muhafaza eden nesillerin yetiştiği eğitim kurumlarıdır. Zulmün ve baskının en ağır olduğu günlerde ağabeylerimiz, o büyüklerimiz, o gönül erleri umutsuzluğa, hüzne kapılsalardı, belki biz bugün burada olmayacak, belki bugün bu iftar sofrasının etrafında muhabbet edemeyecektik. Biz onlara çok şey borçluyuz.

Yıllardır aydınlanmacıların, solun, sosyalistlerin, ilerici birikime sahip çıkanların, aydınların, cumhuriyetçilerin söyleyip savunduğu tespit, işte tam da bu tespittir.

“İmam hatip okulları sadece bir okul değildir” tespitini, bu ülkenin yurtsever aydınları dile getirdiği zaman, “Nerden biliyorsunuz? Niyet mi okuyorsunuz?” diye diklenenler, artık bu gerçeği pervasızca itiraf edebiliyorlar.

Doğrudur.

İmam hatipler sadece bir okul değildir.

Türkiye gericiliğinin çekirdek kadrolarının yetiştiği arka bahçeleri ve yaşam kaynaklarıdır.

İmam hatipler, yarım asırdır bu ülkenin polis, içişleri, yargı ve milli eğitim teşkilatlarına siyasal İslamcı, tarikatçı, antilaik, piyasacı, tüccar kadrolar yetiştirme merkezleridir.

Ve asla sadece bir orta öğretim kurumu değildir.

***

İmam hatip okulları ilk kez 1924’te 29 merkezde “İmam Hatip Mektepleri” adıyla açılmış, 1950’lerde Demokrat Parti, 1970’lerde CHP-MSP koalisyonu ve Adalet Partisi zamanında giderek artmıştır. Kenan Evren’in 12 Eylül faşist cuntası tarafından, Temel Eğitim Kanunu’nun 32. maddesinde yapılan bir değişiklikle imam hatip mezunlarının üniversitelerin tüm bölümlerine girebilmesine olanak tanınmıştır.

İşte bugünün imam hatipli cumhurbaşkanları, bakanları, valileri, belediye başkanları, profesörleri, genel müdürleri yarım asırlık bir çabanın sonucu türetilmiştir.
Elbette ki imam hatipler sadece bir okul değildir.

Hatta imam hatipler “okul” bile değildir.

Son derece operasyonel işlevleri olan, bu coğrafyada laik-aydınlanmacı-ilerici ne varsa yok etmeye adanmış bir düşüncenin eğitim merkezleridir.

İmam hatipler elbette sadece bir okul değildir.

Yıllarca Komünizmle Mücadele Derneği, Akıncılar Derneği, Milli Türk Talebe Birliği, Nakşibendi İskenderpaşa Dergâhı, İlim Yayma Cemiyeti, Birlik Vakfı gibi gerici odaklarla birlikte büyümüş, gelişmiş, serpilmiş ve bugünlere ulaşmış yapılardır imam hatipler…

Gündüz imam hatipte okuyan körpe dimağlar, hafta sonları ya da akşamları, işte bu dernek ve vakıflarda militanlaşmıştır.

İmam hatip okullarında militanlaşan kadrolar, aydınlanmayla, laiklikle, kamuculukla, solla, sosyalizmle, antiemperyalizmle, yurttaşlıkla, cumhuriyetin temel değerleriyle ve tüm ilerici birikimle, İslam adına mücadele etmeyi yaşamlarının tam merkezine koymuşlardır. Bunların dillerine pelesenk ettikleri “dava”, “davamız”, “bu kutlu dava” da işte budur.

***

Ne diyordu Aziz Nesin 1993’te?

Kelimesi kelimesine şunları söylüyordu: “Yarın, öbür gün bu dinciler iktidara gelip imam hatipten yetiştirdiği talebeleri yargıç, avukat, hekim, mühendis, belediye reisi gibi devletin her koluna atayıp en son bu talebeleri Harbiye’ye sokarak orduyu ele geçirip devleti her koldan kuşatacaklar. Ama şu an kimse farkında değil!”

İşte Aziz Nesin, bu yüzden öngörülü ve gerçek bir aydındı.

Ve işte Aziz Nesin’i bu nedenle yakmak istediler!

***

İmam hatiplerin işlevsel-ideolojik merkezler haline gelmesinde ve toplumun giderek dinselleşmesinde, burjuva sınıfı kadar, cumhuriyet devrimine ihanet eden NATO’cu ve Amerikancı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de payı var.

TSK, toplumun “siyasallaşmadan dinselleştirilmesini” hep istemiş ve bunun önünü açmıştır.

Orhan Gökdemir’in 2009’da Destek Yayınevi’nden çıkan “Öteki İslam – Devletin Din Operasyonu” adlı kitabından bir alıntı, bu durumu gayet iyi açıklayacaktır:

[Bu konuda, 12 Eylül darbesinin Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanı Tümgeneral Mahmut Boğuşlu’nun yazdıklarını hatırlatalım: “Dinin, İslamiyet’in, en azından bir disiplin meselesi olarak ele alınması ile ilgili hususlar. Bilindiği gibi din, İslamiyet, öteki dünya ile ilgili hükümleri dışında en azından bir disiplin kuralları kümesidir. Zamanın çok çeşitli ve zor şartları içerisinde toplumda ve bilhassa aile seviyesinde disiplin ihtiyacı daha da artmaktadır. Disiplin, dünyanın en pahalı üretimidir. Disiplini kolaylıkla üreten ve ucuza mal edebilen bir düzen, asker ocağı, kışlalar ve bazı eğitim kuruluşları dışında, henüz icat edilmemiştir. Türk tarihinde disiplini en ucuza imal edebilen düzenlerden biri ise İslamiyet’tir. (…) Kur’an-ı Kerim’i ezbere bilen hafızların yanında Türkler bu mukaddes kitabı 10-15 dakikada ve 3-5 sahifede özetleyecek derecede bilgi sahibi olmalıdır. Din adamı tipinde değişikliğe gidilmeli, her türlü meslekten hâkimden, savcıdan, avukattan, lise öğretmeninden, doktordan, gemi kaptanından yeni bir din adamı tipi yetiştirilmelidir. Bu arada son yıllarda sayıları artan imam hatip okulları reorganize edilmeli, bu okullara endüstriyel, ticari, turistik vs. hüviyetler kazandırılmalıdır.”

Demek ki din, devlet için bir araçtır ve dindarlığın ortadan kaldırılmasından modern devletin bir çıkarı yoktur. Tam tersine Emekli Generalimiz ‘dinci tehlikesini’ önlemek için herkesi dinci yapmak gerektiğini söylüyor.

Not: Her meslekten imam yetiştirme önerisi, 1997 yılında başlayan RP ve radikal İslam’la mücadele programı çerçevesinde, MGK tarafından yeniden gündeme getirilmiştir.]

***

Bugün IŞİD her yerdeyse, IŞİD kafası kentlerimize, sokaklarımıza kadar girebildiyse, yandaş gazetelerin gerici yazarları “İyi insan olmak için önce sünni olmak lazım” fetvası verebiliyorsa, bunun temeli imam hatiplerde atılmıştır.

IŞİD Türkiye’nin dışında değil içindedir. 70 yıllık sistemli islamizasyon politikaları, IŞİD’in doğal tabanını yaratmıştır. Artık AKP tipi İslamcılık bitmiştir. AKP geriye doğru, daha vahşi, daha barbar bir siyasal İslamcılığa doğru yürümektedir.

Bu nedenle laik cumhuriyet mücadelesinin bir an önce iktidara taşınması gerekmekte. Bu mücadele sınıfsal bir mücadeledir.

Hiç sakınmadan çekinmeden, ağzımızda eveleyip gevelemeden, açık yüreklilikle ve netlikle ve de son derece yüksek bir sesle “laiklik” savunusu yapmak zorundayız.

Bu hem siyasal bir görev, hem insani ve vicdani bir ödevdir.

Zorbalıkla, despotlukla, sömürüyle mücadele etmenin olmazsa olmaz koşuludur laiklik mücadelesi. Laikliği içselleştirememiş bünye, zorbalıkla da mücadele edemez, sömürüyle de…

Bizim bildiğimiz bellidir: Aydınlanma ve laiklik, yaşamsal bir ihtiyaçtır. Kim ki laikliği savunanlara, laiklik duyarlılığı taşıyanlara “laikçi” diyor ve bu sözcüğü aşağılamak için kullanıyorsa, o en büyük yobaz, bağnaz ve gericidir!

Bize düşen, laikliğin, insan aklını ve yaratıcılığını her türlü vesayetten kurtarma hamlesi olduğunu bilerek… Laikliğin, insan aklının ve yaratıcılığının yegâne güvencesi olduğunu görerek… Laiklik mücadelesini büyüterek sürdürmek olmalı.

————

Not: Haberde kullanılan görsel, Yemenli fotoğraf sanatçısı Boushra Almutawakel’in “Kadın ve yok oluş” adlı çalışması. 

 

About Author

Ahmet Çınar

Ahmet Çınar

Related Articles

TÜM HABERLER