A3 Haber

Salgın ve Sanat ve/ya da Pandemi ve Kültür

Salgın ve Sanat ve/ya da Pandemi ve Kültür

Salgın ve Sanat ve/ya da Pandemi ve Kültür
Nisan 01
07:47 2020

Günümüzde, tedavisi basit ve sıradan birer bakteriyel enfeksiyon olan Tifüs ve Tifo’dan kaynaklandığı düşünülen, Antik Yunan kaynaklarında Loimos tôn Athênôn olarak geçen, tarihsel kaydı olan ilk salgın olarak nitelendirilen Atina Vebası’ndan (Plague of Athens) bu güne yaklaşık 2590 yıl geçti.

Şüphesiz Atina Vebası’ndan daha önceki zamanlarda da bir takım salgınlar olmuştur ancak mesela Mezopotamya ve Mısır kaynaklarında tanımlanmış herhangi bir salgın benzeri yaygın duruma rastlayamadığımız için Greko-Romen-Judeo-Kıristiyan düşünce geleneğinde salgınların tarihini de Antik Yunan’dan başlatıyoruz. Loimos tôn Athênôn’dan başlayarak, insanoğlu, günümüze kadar tamamı kayıtlı yüzlerce salgına maruz kaldı. Bu salgınlarla döneminde bildiği ve uyguladığı her türlü yöntemle baş etmeye çalıştı ancak gerek salgın dönemlerindeki, gerekse de salgın kaynaklı ilhama temellenmiş sanatsal ve kültürel üretimini de asla ihmal etmedi. Yani en azından böyle varsayıyoruz. Oysa ki, olay biraz daha başka gibi…

İ. Ö. 429 yılında, Atina-Sparta arasındaki Peloponez Savaşı esnasında başladığı düşünülen ve Türkçe Tıp Tarihi literatürüne, vebayla herhangi bir ilgisi olmamasına karşın, İngilizcesi olan Plague of Athens’ın çevirisiyle Atina Vebası olarak geçmiş tarihsel kayıtlı bir ilk salgın var.

Tanrılarının, tanrıçalarının, yarı-tanrılarının, yarı-tanrıçalarının, kahramanlarının, yani Yunanların mitolojik birey üretiminin sonucu olan bazı varlıkların, mesela Olimpos’luların her hücresinden; kendilerini acımasızca çevrelemiş fiziksel ve nesnel dünyanın her vakasından ve yaşadıkları dünyada olan biten her durumdan ilham alarak yaratıcı form üretmek alışkanlığında olan bir toplumun o dönemdeki sanatsal ve mimari üretimine elbette ki çok fazla ilham kaynağı olmamıştı.

Ama Atina Vebası, aralarında Pericles’in, ailesinin, yakın çevresinin ve çalışma arkadaşlarının (Bouleuterion üyeleri yani) da bulunduğu yaklaşık 100.000 Atinalının, yani o dönemdeki Atina şehir devletinin neredeyse yarısının ölümüne neden olmuş olan bir salgındı. Dönemin resim, heykel, mimarlık gibi plastik sanat üretiminde minör bir tema olarak dahi karşımıza çıkmıyor; çıkması da mümkün değil, çünkü henüz, biçimsel ve anlamsal açılardan muktedirin egemenliğinde olan sanatsal üretim, bir yönetsel zaaf olarak da algılanması pekala mümkün bir salgının sanatsal tema olarak işlenmesine cevaz verebilecek olgunluğa erişmiş değil, tarihin ilk demokrasisinde. Ve tabii ki sonrasında da… Neredeyse modernizme kadar!

Gerçi Atina Vebası, olaydan iki bin yılı aşkın bir zaman sonra, 17. yüzyıl Flaman Barok
ressamlarından Michiel Sweerts’in, kimi sanat tarihçilerine göre “The Plague in Athens” adını taşıyan bir tabloda bir janr (genre) çeşitlemesi olarak kendisi göstermiş. (Kimi sanat tarihçilerine göre tablonun Atina’yı betimlemediğini de eklemek, bazı kaynaklarda resmin adının “Antik Bir Şehirde ya da Bir Antik Şehirde Veba” (The Plague in an Ancient City) olarak ifade edildiğini de belirtmek gerek.) Ama velev ki, Atina’yı betimliyor (ki hiçbir emare yok resimde buna ilişkin), tema bir trajediyi yansıtmaktan öte, zikrettiğimiz gibi, resim sanatının, grup portrelerinin, medical art olarak nitelendirilebilecek kimi resimlerin doruk noktasında olduğu 17. Yüzyıl Hollanda’sında tematik bir çeşitlilik sadece. Resim, LACMA (Los Angeles County Museum of Art) koleksiyonunda bu arada, belirtelim.

İ.S. 541-542 yıllarında görülmüş ve 25-100 milyon arası insanı öldürdüğü tahmin edilen Plague of Justinian, dönemin Avrupa’sının nüfusunun yaklaşık yarısını yok etmiş olmasına karşın, bugün Batı hukuk sisteminin temeli olan Corpus Juris Civilis’in derlendiği bir dönemin ürünüdür de ayrıca.

Şüphesiz ki, İ. S. 529-534 yılları arasında derlenmiş ve toplanmış olan Corpus Juris Civilis bir salgın dönemi sanatsal-kültürel ürünü değildi ancak oluşturduğu toplumsal ve hukusal etkinin, salgın sonrası nüfusu yarı yarıya azalmış olan Avrupa’nın yeniden şekillenmesinde önemli bir rol oynadığı tarihçilerin hemfikir olduğu bir konudur. Sayesinde, Thucydides’in Atina Vebası kayıtlarında belirtmiş olduğu türden bir kaosun Avrupa’da asgari ölçüde oluştuğunu söylemek pek mümkün. Thucydides, tarihçesinde, Atinalıların Loimos yıllarında ve elbette ki ilerleyen yıllarda “sürekli bir ölüm cezası” altında yaşamakta oldukları hissine kapıldıklarından ötürü kanunlardan korkmaktan tamamen vazgeçtiğini belirtiyor.

8. yüzyılın ilk yarısında Japonya’nın nüfusunun yaklaşık üçte birini yok etmiş olan Epidemic of the Tenpyō Era (kısaca 8. Yüzyıl Japonya Epidemiki) döneminde, uyarıcı ve halkı eğitici bir takım estampların üretimi sağlamış olsa da, estampın günümüzde bile sınırlı bir dolaşımı olduğunu düşünecek olursak ne işe yaradığı, sanatın toplumsal yararı açısından meçhul.
1331-1353 Avrupa Vebası’nın (ya da bir çok başka adı da var ama en çok bilinen adıyla The Black Death-Kara Ölüm) özellikle İtalya’daki etkileri üzerinde fazlasıyla durmuş olan büyük İsviçreli tarihçi Jacob Burckhardt, anıtsal eseri olan 1860 tarihli Die Cultur der Renaissance in Italien’da (Bekir Sıtkı Baykal tarafından yapılan çevirisi 1957 yılında Maarif Vekaleti Yayınları arasında İtalya’da Rönesans Kültürü adıyla 2 cilt olarak neşredildi) bu muazzam salgının İtalya’da bir dönemin kapanmasında ve olağanüstü geniş çaplı bir takım toplumsal, ekonomik, kültürel ve dinsel değişimlerin olmasında en büyük pay sahibi olduğunu belirtmekte. Bu değişimlerin dolaylı ya da dolaysız olarak, Rönesans adıyla bildiğimiz bir dönemin doğuşunu hızlandırdığını ve hatta belki de mümkün kıldığını da ifade etmekte.

Şüphesiz Burckhardt, Avrupa Vebası döneminin kaynaklarına fazlasıyla vakıf bir tarihçi olarak, İtalya yarımadasının bir çok bölgesinde görülen salgının neden olduğu büyük toplumsal kırılmaların temel nedeninin bu menhus salgın olduğunu söylerken Boccaccio’dan da yararlanıyor. Boccaccio Decameron’unun bir yerinde mealen ne demiş? İnsanlar,
işlerini, güçlerini, uğraşlarını, zihinlerini terk ediyor; hasta insanlardan sağlam insanlara kadar herkes olağan üstü duyarsız, çünkü herkes öleceğini biliyor. Yani amiyane tabirle, herkes bırakmıştır çünkü herkes öleceğini düşünmektedir. Ama sağ kalanların zihinsel, akli patlaması, bir dizi muazzam ekonomik, toplumsal, entelektüel değişimi de beraberinde getirmiş elbette ki bunları zaten hepimiz lise tarih kitaplarımızda ayrıntılarıyla okuduk.

1629-1631 İtalyan Vebası’nın ise (ya da bazı kaynaklarda geçtiği şekliyle Büyük Milano Vebası) Kara Ölüm’ün daha sonraki ve daha güçlü bir dalgasını oluşturduğu, İtalyan sanatı ve mimarlığının biçimsel özelliklerine başka bir sürü etkenle birlikte son halini verdiğini ve neşeli, uçarı, kaçarı Barok şekillenmenin üsluplaştığını da gözlemleriz. Hayata tekrar tutunuyoruz da, bu sefer akli üretimle değil, biçimle, renkle, zevk ve sefa ile belki de. Fransızların Fete Galante (aksan yok) sahnelerini hatırlayalım.

Bu satırların başlığını Epidemi ve Kültür şeklinde, batı dillerinden adapte edilmiş iki kelime ile adlandırmış oluşumuzun toplumsal siyasetteki karşılığına değinmek gerekir mi diye düşünürken, yerim bitti, hatta sanırım aştım bile. Belki tekrar görüşürüz.

About Author

Ahmet

Ahmet

Related Articles

TÜM HABERLER