A3 Haber

Harvardlı tarihçi Naomi Oreskes: Koronavirüs salgını, ufuktaki iklim felaketi için bir kostümlü prova

Harvardlı tarihçi Naomi Oreskes: Koronavirüs salgını, ufuktaki iklim felaketi için bir kostümlü prova

Harvardlı tarihçi Naomi Oreskes: Koronavirüs salgını, ufuktaki iklim felaketi için bir kostümlü prova
Nisan 05
10:27 2020

Harvard Üniversitesi’nden bilim tarihi ve yer bilimleri profesörü Naomi Oreskes, koronavirüsün ufukta görünen iklim felaketi için bir “kostümlü prova” olabileceğine inanıyor ve insanların her iki tehdidi de reddetmek istemesinin nedenini ortaya koyuyor. Haaretz gazetesinden David B. Green’in tarihçi Naomi Oreskes’le yaptığı söyleşiyi Ayşen Tekşen’in çevirisiyle paylaşıyoruz.

Çin hükümeti, gecikmeli de olsa, COVID-19 tehdidini kabul ederek Hubei eyaletinde katı bir sokağa çıkma yasağı uygulamaya başladığında “Batı Uygarlığının Çöküşü: Gelecekten Değerlendirme” adlı kitabı düşündüm. Aslında, kendimi sık sık Naomi Oreskes ve Erik M. Conway’in 2014’te yayınladığı bu kitabı düşünürken bulurum.

Kitap büyük bir edebiyat eseri değildir. 2393 yılında İkinci Çin Halk Cumhuriyetinde yaşayan bir tarihçinin yazdığı bir rapor gibi görünse de gücünü sahiciliğinden alır.
2393 tarihi, Batının –önce çevresel ve sonra da politik ve kültürel- “çöküşünün” 300’üncü yılıdır. Raporun isimsiz “yazarı”, yaklaşan iklim felaketi karşısında 20 ve 21. yüzyıllarda Birleşik Devletler ve müttefiklerini felç eden şeyin ne olduğunu sorgular.

Ufukta beliren bir felaketi etkin biçimde karşılamak için devletin diktatörlük mü olması gerekir? Koronavirüs dramından insanlığın iklim değişikliğine karşılık vermede yararlanacağı hangi dersler çıkarılabilir ve bunun yapılma olasılığı nedir?

Bu konuları tartışmak istediğim kişi Naomi Oreskes idi. Bu hafta, karantinada olduğu Cambridge, Massachusetts’deki evinden telefonla görüştük.

Kitabınızda iklim değişikliğiyle ilgili olarak kurguladığınız gibi, bu yılın başında Çin hükümeti koronavirüsün yayılmasını durdurmak için –hemen değilse de- son derece kararlı bir biçimde harekete geçtiğinde doğal olarak “Batı Uygarlığının Çöküşü”nü düşündüm. Demokratik olmayan bir devletin yurttaşlarını kurtarmak için doğru adımları atabilmesi ironik değil mi?

Kitabın anlatmak istediği şey tam da buydu. Bazen kitabın Fransa’da daha fazla ilgi görmesinin nedeninin bu olduğunu düşünürüm: Fransızlar ironi konusunda çok daha rahatlar.

ABD’de iklim değişikliğini reddedenler özgürlüğü, demokrasiyi savunduklarını söylediler. Oysa şu ironiyi görmüyorlar: İklim değişikliği bir felakete dönüşürse –ki böyle devam edersek dönüşecek- şu ya da bu biçimde özgürlüğümüzü kaybedeceğiz. Ve ayakta kalması olası görünen ülkeler de Çin gibi özgür-olmayan ülkeler olacak. Ve bizler de Amerika’da en kötü durumda olacağız: Biz hem özgürlüğümüzü hem de hayatlarımızı kaybederken Çin’de insanlar yalnızca özgürlüklerini kaybedecekler. Sizin de dediğiniz gibi, salgın bunu kanıtlıyor.

İkinci ironiye geldiğimizde: Burada, ABD’de beterin beterini yaşadığımızı düşünüyorum. Çünkü hükümetimiz bize koronavirüs konusunda da yalan söyledi. Demokratik ya da otoriter olsun, bütün hükümetlerin yalan söyleme potansiyeli vardır. Ama bizim durumumuzda, önce yalan söylediler ve sonra da kötü yönettiler.
Çin’de –şunu netleştirelim, Çin’i savunmuyorum- hükümetin içgüdüsü de yalan söylemekti ama insanların öleceği netlik kazandığında hızla harekete geçtiler. ABD’de bizim yapamadığımız şeyleri yapabildiklerini kanıtladılar.

İklim değişikliğini reddedenlerin özgürlüğü savunduklarını söylediklerini belirttiniz. Onlara inanmak için bir neden var mı? Yalnızca kendi, dar görüşlü ekonomik çıkarlarına hizmet etmiyorlar mı?

Bu insanlara çok cömert yaklaştığımı mı söylüyorsunuz? Sorduğunuz sorunun yanıtı: her ikisi de. Açıkçası, burada çok büyük bir ticari çıkar var ve açıkçası, Exxon Mobil gibi şirketler devasa karlar elde etmeyi sürdürmek ister. Ama “Şüphe Tacirlerini” yazmaya başladığımızda Erik Conway ve benim yapmaya çalıştığımız şey, bize göre biraz gizemli olan bir soruya yanıt bulmaktı: Hepsi de gayet iyi tanınan, bilimden anladığı kesin olan Fred Seitz, Fred Singer, Robert Jastrow gibi bir grup bilim insanı [sigara içmenin kansere neden olduğunu ve sonra da fosil yakıt salımlarının iklim değişikliğine yol açtığını reddederek] neden mesleki saygınlıklarını riske atsın ve bazen de meslektaşlarına ve kendi bilim dallarına ihanet etsin?
Bunu yalnızca para için yaptıklarını düşünmek doğaldı. Ama bizim bulgularımız bunu göstermedi. Aslında, bu şahıslardan herhangi birinin fosil yakıt sektöründen kişisel olarak para aldığına dair bir kanıt hiçbir zaman elime geçmedi. Paranın izi yoktu. Onun yerine, bu büyük ideoloji izi vardı. Hükümetin piyasaya müdahalesine izin verirseniz totaliterlik ve kölelik yoluna girmiş olursunuz diye özetlenebilecek olan bu [Friedrich von] Hayekçi görüşten söz ettikleri pek çok mektup, pek çok makale, pek çok yazışma vardı. Tüm deliller, bunun onların samimi bir inancı olduğunu ve Soğuk Savaştan kaynaklandığını gösteriyordu.
1990larda fosil yakıt sektörleri ve liberal düşünce kuruluşları bunun kendileri için yararlı olduğunu anlamaya başladılar. Bu onlara ideolojik bir kılıf verdi. İlkeli görünmelerini sağladı. Dolayısıyla, elimizde 1990’larda ortaya çıkan ve zehirli para ile ideoloji karışımından oluşan bu ortak amaç var.

İdeolojik parçayı anlamazsanız, bunun ilk olarak nasıl başladığını anlayabileceğinizi de sanmıyorum. Ayrıca gücünü de anlamazsınız. Çoğumuz yem kavramını, yönetmelik tuzağını ve hükümetin kurumsal çürümüşlüğünü anlıyoruz. Anlamadığımız şey ise nasıl olup da ideolojinin tüm bunlar için bir ambalaj olarak kullanılabildiğidir. Bir bakıma, bu pazarlamadır: onun çekici ve makul görünmesini sağlar. Ve bence hikayenin can alıcı bölümü budur.

Soğuk Savaş payandaları

Bu felsefede fazlasıyla Amerikan bir şey yok mu? Bu bireycilik, nasıl yaşamanız gerektiğini hükümetin bildirmesine bu direnç?

Kesinlikle. Dolayısıyla, hikayenin bir bölümü şuydu: Neden Amerika? Bu, neden orada oluyor? İki şey var. İlki, Soğuk Savaştan gelen orijinal “endişe tacirleri”. Onlar, kötü Sovyet imparatorluğu ile serbest piyasalar, siyasi özgürlük, ekonomik özgürlükle -özgürlük, özgürlük, özgürlük- nitelenen büyük Amerika arasında kozmik bir çatışma şeklindeki Manici çerçeveyi kabul ederler. Sovyetler Birliği ise merkezi planlama ve totaliterlikle tanımlanır.
Onlara ve peşinden gittikleri insanlara göre bu zorunlu bir dizilimdir. Yani, totaliterlik, planlı bir ekonomi ve komünizm zorunlu olarak bir aradadır. Bu elbette yanlış bir çıkarım. Ve yanlışlığını çeşitli biçimlerde gösterebiliriz ama onlar buna inanıyorlar.

Ek olarak, bu ideolojinin uzun geçmişe sahip Amerikan bireyciliğinden ve ABD’de kişisel özgürlüğe duyulan çok köklü bir kültürel bağlılıktan yararlandığı için etkili olduğunu düşünüyorum. Bilirsiniz, ya özgürlük ya ölüm. Kızılın ölüsü iyidir.

Gelelim güncel soruya: Koronavirüs ile iklim değişikliği arasındaki bağ nedir? Virüs bize dünyayla ilgili olarak ne öğretiyor? Bu krizde, diğer sorunlarla başa çıkmada bize yardımcı olabilecek dersler alacağımıza dair bir umudunuz var mı?

Sorularınızın cevabı evet ve evet. Asıl meselenin bu olduğuna inanıyorum ve bu hafta neredeyse 15 gazeteci benimle bunu konuşmak istedi.

Müdahaleci bir tanrıya inansaydım –ki inanmıyorum- koronavirüsün bir kostümlü prova olduğunu söylerdim. Bize bir şans veriyor. Bu, ders çıkarmak için bir fırsat.
Şuna bir bakın. Bu, ileri sarılmış bir iklim değişikliği gibi. Bu tehdidi daha önceden biliyordunuz. Yıllar önce insanlar, dünyanın ve Birleşik Devletlerin bir sonraki salgın tehdidine hazır olmadığını söylemişti. Yapılabilecek şeylerle ilgili özel öneriler bile vardı; mesela solunum cihazı stoklamak gibi. Ama hükümet bunu büyük ölçüde göz ardı etti. Ve tehdit gerçekleştiği zaman hükümetimizin ilk tepkisi bilim uzmanlarının önerisini reddetmek oldu. Ve insanların hayatlarını kurtarmak yerine “ekonomiye” öncelik vermek.
Ama aynı zamanda, durumun ciddiyeti anlaşıldığında dünyanın nasıl tepki verdiğini de görüyoruz. Krizin “yapamam” ile “yapmam” arasındaki farkı keskin biçimde görünür kıldığını düşünüyorum. Eyleme geçebiliriz; uzmanlığı, teknolojiyi nasıl harekete geçireceğimizi biliyoruz. Ve artık hem Amerikan halkının hem de dünyanın her yerindeki insanların büyük bir özveride bulunduğunu görüyoruz. Oysaki iklim değişikliği sorununun çözümünün önündeki en büyük engelin insanların fedakarlık yapmak istememeleri olduğu söylenegelmişti.

Kendilerine doğru bilgi ve liderlik sağlanması halinde insanlar yalnızca fedakarlık yapabilecek duruma gelmekle kalmaz, mutlaka yaparlar. İklim değişikliği için yapmamız gereken şey, çoğu insan için şu andakinden çok daha küçük bir özveridir. Kendimizi karantinaya almamız ya da stoklar yapmamız gerekmez.

Ama ne yazık ki sorun insanlarla ilgili değil ama onlara bahşedilen güç çıkarlarıyla ilgilidir. Bu ülkede, fosil yakıt sektörünün politika üzerindeki kontrolüyle ilgilidir. Ve bu mutlak gücü kırmanın bir yolunu bulmakla ilgilidir.

(Çeviri: Ayşen Tekşen)

About Author

Ahmet

Ahmet

Related Articles

TÜM HABERLER