A3 Haber

Doç. Dr. Çağla Ünlütürk Ulutaş: Sağlıkta başarı hikayesi değil, yıkıma karşı mücadele

Doç. Dr. Çağla Ünlütürk Ulutaş: Sağlıkta başarı hikayesi değil, yıkıma karşı mücadele

Doç. Dr. Çağla Ünlütürk Ulutaş: Sağlıkta başarı hikayesi değil, yıkıma karşı mücadele
Mayıs 03
08:34 2020

Doç. Dr. Çağla Ünlütürk Ulutaş, “Salgınla mücadelede yazılan başarı hikayesinde yatak, yoğun bakım ünitesi açısından ‘mega’ sayılara vurgu yapılıyor. Ancak hastalara teknolojik cihazlar değil sağlık emekçileri bakıyor” dedi.

A3 Haber Merkezi- Türkiye’de salgın sürecinde resmî açıklamalar sürekli olarak bir ‘başarı’ vurgusu taşısa da salgınla mücadelenin en önündeki sağlık emekçileri örgütleri ve süreci farklı ülkelerle karşılaştırmalı olarak değerlendiren bilim insanlarının dikkat çektiği bir başka nokta var. Gerçekçi olmayan ve sorunların üzerinden atlayan bir başarı tablosu çizmek, salgınla mücadeleyi zorlaştırıyor.

Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi üyesi Doç. Dr. Çağla Ünlütürk Ulutaş, Türkiye’deki “göreceli iyilik” halinde esas olarak sağlık emekçilerinin sağlıkta dönüşüm sürecinin yarattığı ağır çalışma koşullarında sahip oldukları deneyime ve Türkiye’de sağlıkta özelleştirme karşıtı mücadelelerle sağlık sistemindeki kamusallığın hala tümüyle yok edilememiş olmasının etkisine dikkat çekiyor. Evrensel’den Sevda Karaca’nın Çağla Ünlütürk Ulutaş ile ropörtajının bir bölümü şöyle;

Türkiye bin kişiye düşen hemşire sayısında OECD’de sonuncu

Salgını nasıl bir sağlık sistemiyle karşılamıştık? Türkiye’nin sağlık politikaları böylesi bir salgını söylendiği gibi “başarılı” bir biçimde yönetecek bir sistem miydi?

1980’lerde adım adım ilerleyen sağlığın piyasalaştırılması noktasında 2000’lerin başından beri çok hızlı bir dönüşüm gerçekleşti. Piyasalaştırmadan yalnızca özel hastaneleri anlamayalım. Bu; sağlıkta hizmet sunumuyla finansmanın ayrıştırıldığı ve kamu hastanelerindeki MR, tomografi çekim süreçlerinden eczanelere verilen role kadar çok katmanlı ve bütünlüklü bir süreç. Bu süreçte kamu hastaneleri, özel bir şirket gibi işletilmeye başlandı. Bu dönüşümün ikinci fazı olan Şehir Hastaneleri süreci Türkiye’nin “inşaat ile büyüme” hedefinin bir yansıması olarak karşımıza çıktı. Yatak sayıları, yoğun bakım üniteleri, ameliyathane sayıları ve toplam kapasiteler açısından “mega” rakamlar telaffuz edilmeye başlandı. Şu an Türkiye’nin salgın ile mücadelesine ilişkin yazılan başarı hikayesinde de bu vurguyu görüyoruz. Ancak biliyoruz ki hastalara bu büyük binalar, yataklar, teknolojik cihazlar bakmıyor, sağlık emekçileri bakıyor. Türkiye, toplam hasılasından sağlığa ayırdığı pay çok düşük olmasına karşın, OECD ülkeleri arasında gerek yoğun bakım gerek yatak sayısında yeterli denebilecek bir düzeyde. Ne var ki, 1000 kişiye düşen hemşire sayısında OECD’de en sonuncu, toplam sağlık emekçisi ve sosyal hizmet görevlisi sayısındaysa sondan ikinci. Hiç hasta yatağımız olmadan da salgınla savaşamayız elbette ama kırk günde sahra hastanesi açılabilir. Oysa nitelikli sağlık çalışanı kırk günde yetişemez.

Bu sürecin ağırlıklı yükünü çeken hastanelerin bir dönem kapatılma riskiyle karşı karşıya bırakılan, kent merkezlerindeki üniversite hastaneleri ve buralarda çalışan sağlık emekçileri olduğunu gördük. Bu yönden bakınca “başarı tablosu”nu nasıl yorumlarsınız?

Pandemiyle açığa çıktı ki, halkın sağlık hizmetine fiziki erişiminin zorlaşması salgınla mücadeleyi de zorlaştırıyor. Yıllar boyunca Türkiye’nin kamu hastanelerine yaptığı yatırımı bir anda çöpe atıp bu şehir hastanelerinin inşa edilmesi sağlık muhalefetinin gündemindeydi. Çünkü bu sürecin sadece sağlık çalışanlarını değil, halkın sağlığa fiziksel ve finansal olarak erişimini de olumsuz etkileyeceği görülmüştü.

Türkiye’de sağlık emekçileri her zaman kişi başına düşen hasta sayısının çok fazla olduğu koşullarda çalıştılar. Özellikle 1994 krizinden itibaren sürekli olarak sarf malzeme eksikliği yaşanır sağlık alanında. Kullan at malzemeleri defalarca kullanarak çalıştırılmak, yetersiz sağlık çalışanına karşın artan hasta sayısı, sevk zincirinin işletilememesi, Türkiye’de sağlık emekçileri için maalesef sıradan bir deneyim ve bu nedenle pandemi döneminde de şok yaşamadılar. Bu, sistemin hazırlıklı olmasıyla ilgili değil, sağlık emekçilerinin olağanüstü koşulları karşılayabilecek bir deneyim sahibi olmasıyla ilgili.

Peki ya diğer ülkelerdeki durum? Örneğin ABD, İngiltere, İtalya gibi ülkelerin de benzer sağlıkta dönüşüm süreçlerinden geçtiğini, hatta bunu çok daha erken yaşadığını, sağlık çalışanlarının benzer deneyimleri taşıdığını biliyoruz. Farkı yaratan nedir?

Kanımca Türkiye’nin salgınla mücadelesinde pek çok kapitalist ülkeden farklı bir tablo ortaya koyabiliyor olmasında az önce söz ettiklerimin yanı sıra, sağlık sistemindeki kamusallığın hala tümüyle yok edilmemiş olması yatıyor. İngiltere’de, Amerika’da şu anki korkunç kötü tabloyu doğuran piyasalaştırma süreçleri, Türkiye’de daha geç başladı. Esasen de sağlıkta bu türden bir dönüşüme müsaade etmeyen bir muhalefetin varlığı, özelleştirmelere karşı yürütülen mücadeleler kimi kamusal olanakların korunmasını sağladı. Bu anlamıyla aslında Türkiye’de sağlığın kamusal hizmet olarak sunulması gerektiği düsturu hala sürüyor. OECD ile karşılaştırdığımızda halen özel sağlık sigortası kapsamı düşük ve sağlık hizmetleri merkezi biçimde sunuluyor. Türkiye’nin pandemi tablosundaki göreli iyilik hali, kamusal sağlık sisteminin hala tamamen darmaduman edilmemiş olmasının yarattığı birtakım olanaklara, nüfusunun görece genç olmasına ve doktorundan temizlik işçisine, hemşiresinden teknisyenine, hasta bakıcısına, yemekhane görevlisine sağlık emekçilerinin müthiş özveri ile çalışmış olmasına borçlu. Öte yandan sağlık emekçilerinin sendika ve birliklerinin bu süreçte kararlara dahil edilmemesi büyük eksiklik.

‘Başanı’ tablosu içinde kaybolan gerçekler

Çağla Ünlütürk, öğrencisi Rahime Gürcü ile yaptıkları alan çalışmasından edindikleri izlenimlerle şu noktaların da altını çiziyor:

  • Alanda yaptığımız çalışma sarf malzeme sorununun ciddi bir sorun olduğunu, bazı hastanelerde günde bir tane, bazı hastanelerde günde üç tane kişisel koruyucu donanım sağlandığını görüyoruz, kimi sağlık çalışanları “Hastanede aslında var ama başhekimlik tarafından bizimle paylaşılmıyor” derken, kimisi “Hastanemize gönderilmedi” diyor. Türkiye’de bu konuda ciddi bir eşitsizlik var. Dile getirilen başarı tablosu içinde ise bunlar yetkililer tarafından pek yanıtlanmıyor.
  • Türkiye’nin bir kamusal ilaç ve aşı üretim sistemine ihtiyacı olduğu da bu süreçte ortaya çıktı. SSK İlaç Fabrikası kapatılmadan önce ikame ilaç üretimi için önemli adımlar atılmıştı. Küresel ilaç tekellerine bağlı kalmayacağımız kamusal ilaç ve aşı AR-GE’si ile üretimini önümüze koymalıyız. Bunun önemini görmek için Küba örneğine bakmak yeterli.
  • Yine bu pandemi sürecinin gösterdiği önemli şeylerden biri halk sağlığının temel diskuru olan koruyucu sağlık önlemlerinin ve mekanizmalarının geliştirilmesi gerekliliği. Sağlık yatırımlarının buna yönlendirilmesi gerekiyor. Hastane binalarının büyüklüğü, yatak sayısının fazlalığından öte koruyucu sağlık politikaları ihtiyacındayız. Ayrıca halkın genel olarak bulaşıcı hastalıklarla ilgili bilinçlendirilmesi, hijyene, hijyen için gereken sabun gibi vs. tüketim maddelerine erişebilmesi gerekir.
  • Pandemi süreci bize halk sağlığının unutulmuş temel ilkelerinin ne kadar hayati olduğunu hatırlattı. Çünkü Türkiye son yıllarda tamamen tedavi edici sağlık hizmetlerine yöneldi. Birinci basamak sağlık hizmeti verenler sadece ilaç yazan insanlar olarak anılmaya başlandılar. Aslolan milyonlarca insanın Covid-19 olup da hastanelere yatırılıp bakılması değil, kimsenin bulaşıcı hastalıklara yakalanmaması için koruyucu mekanizmaların hayata geçirilmesi.

About Author

Uğraş Vatandaş

Uğraş Vatandaş

Related Articles

TÜM HABERLER