A3 Haber

Uzun sürmüş bir 12 Eylül hikayesi: Tam 40 yıldır iktidardalar… Adı Tayyip, soyadları hep Evren…

Uzun sürmüş bir 12 Eylül hikayesi: Tam 40 yıldır iktidardalar… Adı Tayyip, soyadları hep Evren…

Uzun sürmüş bir 12 Eylül hikayesi: Tam 40 yıldır iktidardalar… Adı Tayyip, soyadları hep Evren…
Eylül 12
12:55 2020

Tam 40 yıl geçti üzerinden.
“12 Eylül” denilen 1980 faşist-gerici darbesi.
Kenan Evren ve cuntasının ülkenin üzerine bir kabus gibi çöktüğü o kopkoyu karanlık.
12 Eylül’den söz eder herkes. “Darbe” der, “cunta” der, “faşizm” der, “idam” der…
Peki 12 Eylül neden yapıldı? Kim yaptı? Ardında kimler, hangi dinamikler vardı?

Bunu daha iyi kavrayabilmek için 12 Eylül’ün öncesine ve sonrasına bakmakta yarar var… Olayları, olguları öncesi ve sonrasıyla, bütünlüklü bir bakışla değerlendirmediğimiz sürece anlayabilmek olanaksız.
İşte bu nedenle… 12 Eylül’den yaklaşık yedi ay öncesine dönüp bakmak gerekiyor: 24 Ocak 1980… 24 Ocak ekonomik kararları…
Serbest piyasaya tümden teslim olunan, karma ekonomiden vazgeçilip özelleştirmelere yelken açılan kararlar… Dış ticaret serbest bırakılıyor, yabancı sermaye çağrılıyor, kâr transferlerinin yolu açılıyordu. Emperyalizmin pervasızca at oynatabileceği bir pazar yeri haline getiriliyordu ülke… Vahşi bir talanın, vandal bir yağmanın, insafsız bir peşkeşin kapıları açılıyordu.
12 Eylül 1980 faşist-gerici darbesinden sekiz ay kadar önce Türkiye ekonomisini neoliberal ekonomiye ve vahşi piyasaya teslim edecek bir dizi ekonomik kararın adıydı 24 Ocak ekonomik kararları.

Şimdi sıra, bu ekonominin uygulanabilmesine gelmişti. Halk yığınlarının “mutlak yoksullaşması” ve “mutlak mülksüzleşmesi” anlamına gelen 24 Ocak kararları, siyasal, dinsel ve askeri bir şiddet olmadan uygulanamazdı. İşte o siyasal, dinsel ve askeri şiddeti sağlayacak olan 12 Eylül faşist-gerici darbesi olacaktı. 12 Eylül yönetimi, Nakşibendi okulundan yetişmiş ve Necip Fazıl’ın rahle-i tedrisinden geçmiş kadroları doludizgin iktidara ittirecekti: Turgut’uyla, Korkut’uyla, Yusuf’uyla Özal ailesi, takunyalı tayfası, ANAP, DYP, Refah Partisi kliklerinden yetişenler, Tayyip Erdoğan ve şürekası… Her şey sırayla idi. Su akar yolunu bulurdu. Ama arada daha bir 20 yıl vardı. O 20 yılda “ılımlı İslam” alabildiğine siyasallaşacak, 24 Ocak’ın teknokratları ülkenin zeminini stabilize edecek, örgütlü gericilik ete kemiğe bürünecek, Reagan-Thatcher-Özal üçlüsü Amerika, Avrupa ve Ortadoğu’yu düzleyecek, halk kitlelerinin toplumsal rızası Türk-İslam sentezi propagandasıyla oluşturulacak, dört bir yan elverişli hale geldikten sonra Tayyip Erdoğan iktidara getirilecekti.
Uzun sözün kısası, Tayyip Erdoğan rejimine giden yolun temelleri atılıyordu 24 Ocak 1980’de ve 12 Eylül 1980’de.

Neydi 24 Ocak kararları?

24 Ocak Kararları’nın ana hatları şu şekilde:

  • Yüzde 32,7 oranında devalüasyon yapılarak günlük kur ilanı uygulamasına gidilmiş,
  • Devletin ekonomideki payını küçülten önlemler alınmış, KİT’lerdeki uygulamaya paralel olarak tarım ürünleri destekleme alımları sınırlandırılmış.
  • Gübre, enerji ve ulaştırma dışında sübvansiyonlar kaldırılmış.
  • Dış ticaret serbestleştirilmiş, yabancı sermaye yatırımları teşvik edilmiş, kâr transferlerine kolaylık sağlanmış.
  • Yurtdışı müteahhitlik hizmetleri desteklenmiştir.
  • İthalat kademeli olarak liberalize edilmiş, ihracat; vergi iadesi, düşük faizli kredi, imalatçı ihracatçılara ithal girdide gümrük muafiyeti, sektörlere göre farklılaşan teşvik sistemi ile teşvik edilmiştir.

Patronlardan ve sermaye medyasından tam destek

O dönemin sermaye medyası da 12 Eylül’e ve Evren’e selam durmuştu. Örneğin demokrasi şampiyonu Nazlı Ilıcak darbeden 14 gün sonra “Bir otorite boşluğu doğmuştu. Türk Silahlı Kuvvetleri, bu boşluğu doldurdu” diye yazmaktan zerre kadar utanmıyordu. Aynı Ilıcak, darbeden iki yıl önce sıkıyönetim kararını alkışlıyor ve “13 ilde sıkıyönetim yürürlüğe girdi. Huzura susamış milletimiz yürekten sesleniyor: Merhaba asker” diye yazıyordu.

Fethullah Gülen, Sızıntı dergisindeki “Son Karakol” başlıklı yazısında şunları kaleme alıyordu: “Ve, işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.” Aynı Fethullah Gülen, daha sonraki yıllarda Evren’i “cennetlik” ilan edecekti.

O dönemin sermaye sınıfının sembol isimlerinden Vitali Hakko, sonradan yazdığı anılarında, kendi sınıfının 12 Eylül darbesini nasıl da hasretle beklediklerini şöyle anlatıyordu: “Cuma akşamı yorgunluktan erken yattım, sabaha doğru bir telefon. Münasebetsizin biridir diye açmıyoruz. Ama telefon ısrarlı. Eşim Katy uykulu uykulu kalkıp telefona bakıyor, sonra bana geliyor. ‘Vitali ihtilal oldu’ diyor. Doğrusu askeri bir hükümet darbesini beklemeyen yoktu. Yataktan derin bir nefes alarak kalktım.”

TÜSİAD, burjuvazi, sermaye sınıfı, sermayenin medyası 12 Eylül faşist cuntasını, aslında 24 Ocak neoliberal kararlarını ayakta alkışlıyordu.

24 Ocak’ta Kemal Derviş’in rolü

Derviş’in Türkiye’yi 2000’lerin başında ekonomik olarak kurtardığına inanan çok insan var ülkemizde. Türkiye’yi bugün içinde bulunduğu ekonomik çıkmaza, geleceksizliğe ve güvencesizliğe iten aktörlerden birisidir Derviş.

AKP’nin 18 yıldır tüm şiddeti ve acımasızlığıyla uyguladığı ekonomi politikaları Dervişist politikalardır.

Türkiye’de geniş kitleler, 2001’de Ecevit’in başbakanlığındaki koalisyon hükümeti döneminde tanıdı Kemal Derviş’i.

Oysa Dünya Bankası’ndaki görevi 1977’de 28 yaşındayken başlayan, 24 Ocak neoliberal ekonomik kararları dikte edilirken ABD’nin Dünya Bankası’ndaki maaşlı personeli olan Derviş, 35 yılı aşkın bir süredir, Türkiye’nin emperyalist merkezlerin pazarı haline getirilmesi operasyonlarının tam göbeğindeki isimdir.

Bir sömürge komiseridir Derviş. Emperyalist tekellerin ülkemizdeki üst düzey memurudur. 1978’de hazırladığı bir raporla 24 Ocak 1980 neoliberal ekonomik kararlarını formüle etmiştir. O tarih, aynı zamanda “primitif akümülasyon” denilen sermayenin ilkel birikiminin yolunu açan özelleştirme talanının başlangıcıdır. İnsanlarımızın elinden ekmeği çekip alan, toplumu mutlak bir yoksullaşma ve dinselleşme rejimine götüren 24 Ocak 1980 ekonomik rejiminin sürdürücüsü ve realize edicisidir Derviş…

Derviş’e 24 Ocak’ta dikte ettirilen kararları önce Özal, sonra Çiller-Yılmaz, sonra Erdoğan realize edip sürdürmüştür.

Tayyip Erdoğan’a “Ülke bir anonim şirket gibi yönetilmelidir” dedirten, ona o ilhamı ve cesareti veren kararların adıdır 24 Ocak kararları. Ve o kararları “dikensiz kül bahçesinde” yaşama geçirmek için yaşama geçirilen 12 Eylül darbesi…

İşte bu nedenle şunu kesenkes söyleyebiliyoruz: 2020 Türkiyesinde hepsinin tuzu var: 24 Ocak ekonomik kararlarını dikte ettirenlerin ve edenlerin… 24 Ocak kararlarını uygulayabilmek için yapılan 12 Eylül darbesinin… 12 Eylül’ü ayakta alkışlayan TÜSİAD’ın, burjuvazinin, sermaye medyasının… 12 Eylül faşist-gerici darbesinin tarihsel ve mantıksal sonucu olan AKP-Erdoğan rejiminin…

12 Eylül’de ne oldu?

Bilançosuna bakmak, faşizmi anlamak için yeterli. Resmi bilanço şöyle:

  • Toplamda resmi rakamlara göre 650 bin kişi göz altına alındı
  • 1,5 milyonun üstünde vatandaş fişlendi
  • 210 bin dava açıldı ve bu davalarda 230 bin kişi yargılandı
  • 7 bin kişi için idam cezası istendi
  • 517 kişiye idam cezası verildi
  • 50 kişinin idam cezası infaz edildi
  • 99 bin civarında vatandaş örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı
  • 30 bin kişi “sakıncalı” görülerek işten atıldı
  • 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkartıldı
  • 30 bin kişi siyasi mülteci sıfatıyla ülkeyi terk etti
  • Resmi kayıtlarda 171 kişinin gözaltında işkenceden öldüğü belgelendi
  • 937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklanırken, bir çoğu da “makaslandı”
  • 23 bin 677 derneğin faaliyetlerine son verildi, bir kısmı kapatıldı
  • 3 bin 854 öğretmen mesleğinden ihraç edildi
  • Üniversitelerde 120 öğretim üyesinin mesleki hayatlarına son verildi
  • 47 hakimin işine son verildi
  • 31 gazeteci mahkum edildi
  • 300 gazeteci saldırıya uğradı
  • Saldırıya uğrayan gazetecilerden üçü yaşamını yitirdi
  • Gazeteler 300 gün yayın yapamadı
  • Gazetelere 300’ün üstünde dava açıldı
  • Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi
  • Açlık grevi kararı alan 14 kişi yaşamını yitirdi

Vehbi Koç’un Kenan Evren’e mektubu: Emrinize amadeyim

1930’lu yıllardan itibaren devlet eliyle ve ABD’ye yanaşarak hızla zenginleşen dönemin en büyük patronu Vehbi Koç’un darbenin ardından Kenan Evren’e gönderdiği mektup 12 Eylül’ün sınıfsal içeriği hakkında da net bir fikir veriyor:

“Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatını teçhiz ederek ve kuvvetlendirerek imkanlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkarılmalıdır. İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinmeli, hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır. Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.”

Sonra ne oldu?

12 Eylül’ün öncesine ve esnasına baktık. Ya sonra?
Daha iyi anlayabilmek için sonrasını da bakmak zorundayız.

Aklımıza Orhan Gökdemir’in 2009’da yayımlanan “Öteki İslam – Devletin Din Operasyonu” adlı kitabında anlattığı 12 Eylül generali Mahmut Boğuşlu geliyor…

İlker Başbuğ’un şu son sözlerinden sonra Tümgeneral Boğuşlu’yla ilgili bölümü yeniden alıntılamakta yarar var:

12 Eylül darbesinin Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanı Tümgeneral Mahmut Boğuşlu’nun yazdıklarını hatırlatalım: “Dinin, İslamiyet’in, en azından bir disiplin meselesi olarak ele alınması ile ilgili hususlar. Bilindiği gibi din, İslamiyet, öteki dünya ile ilgili hükümleri dışında en azından bir disiplin kuralları kümesidir. Zamanın çok çeşitli ve zor şartları içerisinde toplumda ve bilhassa aile seviyesinde disiplin ihtiyacı daha da artmaktadır. Disiplin, dünyanın en pahalı üretimidir. Disiplini kolaylıkla üreten ve ucuza mal edebilen bir düzen, asker ocağı, kışlalar ve bazı eğitim kuruluşları dışında, henüz icat edilmemiştir. Türk tarihinde disiplini en ucuza imal edebilen düzenlerden biri ise İslamiyet’tir. (…) Kuran-ı Kerim’i ezbere bilen hafızların yanında Türkler bu mukaddes kitabı 10-15 dakikada ve 3-5 sahifede özetleyecek derecede bilgi sahibi olmalıdır. Din adamı tipinde değişikliğe gidilmeli, her türlü meslekten, hâkimden, savcıdan, avukattan, lise öğretmeninden, doktordan, gemi kaptanından yeni bir din adamı tipi yetiştirilmelidir. Bu arada son yıllarda sayıları artan imam hatip okulları reorganize edilmeli, bu okullara endüstriyel, ticari, turistik vs. hüviyetler kazandırılmalıdır.”

Demek ki din, devlet için bir araçtır ve dindarlığın ortadan kaldırılmasından modern devletin bir çıkarı yoktur. Tam tersine Emekli Generalimiz ‘dinci tehlikesini’ önlemek için herkesi dinci yapmak gerektiğini söylüyor.

Not: Her meslekten imam yetiştirme önerisi, 1997 yılında Refah Partisi ve radikal İslam’la mücadele programı çerçevesinde MGK tarafından yeniden gündeme getirilmiştir.

Karl Marx’ın reformcu Hıristiyan Martin Luther için söylediği “Bütün papazları laik yapmak istiyordu ama sonunda bütün laikleri papaz yaptı” şeklindeki sözlerini anımsamamak elde değil.

Bütün imamları laik yapmak üzere yola çıkan cumhuriyet, sonunda bütün laikleri imam yaptı. Bütün laiklerin imam yapılması sürecinin en önemli aktörlerinden biri de NATO’cu-Amerikancı Genelkurmay… Elbette TÜSİAD’ın ve emperyalizmin katkı ve destekleriyle… Kritik eşik de 12 Eylül da faşist-gerici darbesi.

Yalçın Küçük, 12 Eylül 1980 darbesinden kısa süre önce yayınladığı “Bir Yeni Cumhuriyet İçin” adlı kitabında “Ordu gelecek, Erbakan’ı hapse atacak, Erbakan’dan daha koyu bir dinsel düzen getirecek” yazıyordu. Evet öyle oldu.

Toplumun her zerresini piyasaya açan, ülkenin her karışını patronlara sunan 24 Ocak 1980 neoliberal vahşi ekonomik kararlarını kitlelere yutturmak için topyekun bir dinselleşme hamlesine ihtiyaç vardı. 24 Ocak’ı realize etmek için 12 Eylül yapıldı: İktidar Nakşibendilere teslim edildi.

Şimdi de patron sınıfının sömürüsünün, yağmasının, hukuksuzluğunun sürmesi için daha köklü, daha derin, daha kütlesel bir dinselleştirmeye ihtiyaç var: İktidar zaten Nakşibendilerde.

12 Eylül tam da bunun için yapıldı zaten.

1980’de 12 Eylül faşist cuntasını ayakta alkışlayan TÜSİAD, burjuvazi, sermaye sınıfı, sermayenin medyası; 2002’de AKP’nin iktidara getirilişini de ayakta alkışlıyordu. Çünkü “24 Ocak/12 Eylül” yaşanmasaydı AKP iktidara gelemezdi. İşte bu 24 Ocak ekonomik kararlarının, 12 Eylül faşist-gerici darbesinin tarihsel ve mantıksal sonucu, AKP adı verilen tekellere ve tarikatlara dayalı islâmofaşist sıcak para diktatörlüğüdür.

“24 Ocak/12 Eylül” rejimi, tam 40 yıldır aralıksız, saat gibi tıkır tıkır işlemektedir. 12 Eylül, 40 yıl sonra Erdoğan rejimine dönüşmüş, hükmünü Beştepe’deki kaçak saraydan icra etmektedir.

12 Eylül tüm vahşeti, baskısı, barbarlığı ile sürmektedir.

 

 

 

 

 

About Author

Ahmet Çınar

Ahmet Çınar

Related Articles

TÜM HABERLER