A3 Haber

Selahattin Demirtaş 45 kişinin sorusunu yanıtladı: Demokratik siyaset, şiddetin alternatifi ve panzehiridir

Selahattin Demirtaş 45 kişinin sorusunu yanıtladı: Demokratik siyaset, şiddetin alternatifi ve panzehiridir

Selahattin Demirtaş 45 kişinin sorusunu yanıtladı: Demokratik siyaset, şiddetin alternatifi ve panzehiridir
Kasım 28
23:33 2020

Selahattin Demirtaş, dilden edebiyata, siyasi gündemden ekonomiye 45 isimden gelen 45 farklı soruya yanıt verdi. Demirtaş, “Demokratik siyaset, şiddetin alternatifi ve panzehiridir. Tüm sorunların barışçıl siyasi yollarla çözülmesi gerektiğine inandığım için de HDP’de siyaset yapıyorum” dedi.

A3 Haber Merkezi | HDP’nin eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, cezaevindeki dördüncü yılını doldururken, aralarında gazetecilerin, yazarların, aktörlerin, müzisyenlerin, siyasetçilerin olduğu 45 kişiden gelen 45 farklı soruya yanıt verdi.

Demirtaş, 45 kişinin soru göndermesini çok anlamlı bulduğunu belirterek, “Birbirinden değerli 45 insanın soru göndermesini çok anlamlı bulduğumu belirtmek istiyorum. Her birine ayrı ayrı teşekkür ederim. Soruların hepsi çok nitelikli. Dilerim, bu röportajı sonuna kadar okumaktan imtina etmezsiniz. Verdiğim cevaplar için değilse bile sırf sorular için de olsa okumaya değer bir röportaj oldu diye düşünüyorum. Başta sorularını ileten değerli arkadaşlarıma olmak üzere, iki kişilik hücremizden herkese yürek dolusu sevgilerimizi, selamlarımızı gönderiyoruz” dedi.

“Hiçbir siyasi anlayışın HDP olmadan iktidar olma şansı yoktur”

1+1 Forum’da yayımlanan bazı isimlerin soruları ve Demirtaş’ın verdiği yanıtları şöyle:

Ali Duran Topuz (gazeteci): Son yerel seçimde büyükşehirlerde Kürtlerin oyları kilit rol oynadı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi oy desteğine karşılık bir tür cemile olarak Kürtçe kursları açtı. Fakat dünyanın en büyük Kürt nüfusunun yaşadığı İstanbul’u tanıtan 10 dilli, 20 dilli broşürlerde, kitapçıklarda Kürtçe yok, şehirde Kürtçe tabela yok, Kürtçe anons yok. Öte yandan, Kürt meselesi majör kavramlara kilitlenip kalmış görüntüsü vermiyor mu? Yani anayasal eşitlik, anadilde eğitim, siyasal katılım hakları etrafındaki tartışma ve kavgalar sürerken büyükşehirler Kürtçeyi hızla eritiyor. Kürtçenin tartışmalarda daha önde yer alması, Kürtçeye yönelik taleplerin daha da güçlendirilmesi gerekmiyor mu? Bu meseleye ilişkin diğer partilere dair gözlemlerinizi de merak ediyorum.

Kaygılarınıza da, eleştirilerinize de katılıyorum. Ancak Kürtçe dahil olmak üzere bütün dillerin korunabilmesi ve geliştirilebilmesi için bir kamusal destek politikasına ihtiyaç var. Yani anayasal ve yasal bir altyapı sağlanarak, bir devlet ve hükümet politikası olarak Kürtçenin her alanda kullanılması desteklenmediği sürece, baskı altındaki bir dilin korunabilmesi böyle bir çağda neredeyse imkânsızdır. O halde tüm dillere özgürlük sağlayacak bir hükümet programıyla merkezi yönetime, yani hükümete talip olmak en doğru seçenektir. Neden diğer partilerden talep edelim ki? İktidarda yer alıp biz çözelim sorunları. Bir halkın bu en temel hakkına saygı duymayan hiçbir siyasi anlayışın iktidar olma şansı yoktur bence, en azından HDP olmadan şansı yoktur diyelim. Biraz özgüvene ihtiyacımız var sadece. Talep eden değil, icra eden olalım artık. Neden biz de yönetimde olmuyoruz da, gelecek olan yeni yönetimden neyi nasıl talep edeceğimizi düşünüp duruyoruz?

Dinçer Demirkent (siyaset bilimci): Politikanın bildiğimiz damarlarının tıkandığı, kamusal eleştirinin her türünün iktidar tarafından kapatıldığı, bütün çoğullukların “bir”e indirgendiği bir dönemde, hem de cezaevindeyken resimden öykü ve romana kadar ifadenin çeşitli ve çoğul olanaklarını kullanarak “çok” olana seslenmeyi başardınız. Türkiye’nin sıkışmışlığını aşacak, politik geleceğini örgütleyecek bir programın mottosu ne olmalı, bu nasıl bir politik dille yaygınlaştırılmalı?

Bence temel motto “tekliğe karşı çokluk” olmalıdır. Buradaki “tek” sözü sadece “tek adam”ı ifade etmiyor; düşüncede, inançta, ideolojide, dilde ve elbette yönetimde dayatılan ve aslında geçmişi AKP’den de eskiye dayanan tekliğe karşı “çoklu” olma hallerini en yalın şekilde mahalleye, sokağa, köye, okula, işyerlerine kadar anlatabilmeliyiz. Elbette bu sürecin politik dili de çoklu olmalıdır. Yani her mahalleye, kelimenin her iki anlamıyla, kendi dilinden seslenmeliyiz. Hakeza bu sürecin yürütücüsü politik aktörler de çoklu olmak zorundalar. Bir lider hareketi veya tek lider etrafında kenetlenmiş politik hareketlerin kendisi bizzat çelişki olur zaten. Bize lâzım olan şey kolektif öncülüktür, bir lider değil.

“Dilin varlığını korumak için önce onu kullanmak gerekir”

İsmail Beşikçi (sosyolog): Anadil – Kürtçe yasakları her dönemde cumhuriyetin temel politikası olmuştur. Bu durumda, HEP, DEP, HADEP, HDP gibi siyasal partilerin yöneticilerinin, milletvekillerinin Kürtçeyi bizzat yaşayarak, ailesiyle, çocuklarıyla, Kürt halkıyla Kürtçe konuşarak Kürtçe yasaklarına karşı bir tutum izlemesi gerekli değil miydi?

Değerli hocam, “Bu konuda haklısınız” demekten başka ne diyebilirim ki? Ama gerçekten de karamsar olmaya gerek yok. Bütün bu sorunları en köklü, en demokratik şekilde çözmek için önümüzde halen ciddi fırsatlar, olanaklar var. Bir dilin varlığını korumak için önce onu kullanmak gerekir elbette. Ama o dilin kullanılmasını kolaylaştıracak bir yönetim anlayışına da ihtiyaç var. Madem Türkiye Cumhuriyeti devleti Kürtlerin de devleti, o halde bunun her alandaki ve anlamdaki uygulamalarla hayata geçmesi gerekir. Bunu da ancak siyasi yönetimin içinde yer alarak çözebiliriz. Şu da yanlış anlaşılmasın, HDP iktidara gelince sorunların tamamı hızla çözülür diye bir şey demiyorum. İktidara, yönetime dahil olmak sorunların çözümünün önünü açar, sorunları çözmeyi kolaylaştırır sadece. Yoksa Kürtçe roman yazacak olan da, okuyacak olan da devlet değildir. Dil meselesinde devlet engel olmak yerine destekleyici olursa ilerleme daha rahat olur demek istiyorum sadece. Peki HDP iktidara gelemese dil ölsün mü? Öyle de değil. Bugünkü imkânlar ölçüsünde anadilini kullanmak ve geliştirmek istisnasız herkesin görev ve sorumluluğu olmalıdır. Benim altını çizdiğim nokta, siyasi vizyona ilişkin boyuttur.

Ahmet Güneştekin (ressam): Neredeyse dört yıllık bir tutsaklık nedeniyle özgürlüğünüzden yoksun bir süreç yaşıyorsunuz. Bu süreçte gözlemlediğim kadarıyla, gündeme ve kültürel yaşama hep dahil olup yaşama sevincinizi hiç kaybetmeden varlığınızı ülkeye ve dünyaya hissettiriyorsunuz. Kimi zaman öykü yazarak, kimi zaman müzik dahil sanat disiplinlerinde üretimler sunarak sanatın güçlü kıldığı insanlardan olduğunuzu gösteriyorsunuz. Bir sanatçı olarak resim yapmanızı çok değerli buluyorum. Bu süreçte renklerle çok birlikte oldunuz. Resim yapmak, renklerin iyileştirici etkisinde bir şeyler yaratmak size neler hissettirdi? Gelecekte, özgür dünyada renklerle ve sanatla ilgili bir dünyanın inşasına nasıl bir katkı sunmayı düşünüyorsunuz?

Burada resimle son derece amatör bir şekilde uğraştım. Değerli hücre arkadaşım Abdullah Zeydan ile birlikte, haftada iki saat, hücreden bozma bir atölyede, infaz memurlarının gözetiminde resimle uğraştım biraz, hepsi o. Resim yaptığım o iki saat, cezaevinde olduğumu tamamen unuttuğum saatlerdi, bundan emin olabilirsiniz. Öyle ressam bir yönüm yok. Lisede resim derslerinde iyiydim sadece. Zaten korona salgını nedeniyle neredeyse dokuz aydır atölyeye gitmemiz de yasak. Odaya renkli kalem bile verilmiyor. Dolayısıyla artık resimle ilgilenemiyorum. İleride resimle veya genel olarak sanatla ilgili bir üretimim olur mu, bilemiyorum doğrusu. Kişisel olarak edebiyatla uğraşırım herhalde. Ancak sanatın ve sanatçıların desteklenmesi için aklımda çok ciddi ulusal ve uluslararası ölçekte projeler var. Bir gün dışarıda olursam, konumum ne olursa olsun, bu projeleri hayata geçirmeyi, sanatçıları ve edebiyatçıları destekleyecek çalışmalar yapmayı çok istiyorum.

“Yazmak iyi geliyor bana”

Ercan Kesal (oyuncu, yönetmen): Uruguaylı yazar Galeano yazma sebebini anlatırken “birlikte kurtulmayı umut ettiğim için yazıyorum” diyor. “Birlikte kurtulmak.” Politikacının da önünde sonunda vaat ettiği bir söylem bu. Engels de bir mektubunda, “ekonomi-politiğe dair tüm bildiklerimi Balzac’ın romanlarından öğrendim” diye yazıyor. Öte yandan, 1950’li yıllarda Demokrat Parti’de siyasetle uğraşan, bakanlık da yapan Samet Ağaoğlu yazmanın bizi içimizde biriken tortulardan temizleyeceğini söylüyor. Siz de hikâyeler yazıyor, meseller anlatıyorsunuz. Sadık okurlarınız var. Yazmak politik bir eylem midir? Neden yazıyorsunuz?

Eski zamanlarda “yazmak”, oldukça orijinal bir kişisel ifade biçimiydi. Yazdıklarınızın basılması, bunların okura ulaşması son derece ciddi süreçlerdi. Bu zorlu ve çoğu zaman da riskli süreçleri göze alabilmek için gerçekten de anlamlı bir dürtünüz olmalıydı, “Yazmasaydım ölürdüm” diyen Sair Faik gibi mesela. Ancak bana öyle geliyor ki, şimdilerde bu “yazmak”ın dürtüsü çok da anlamlı değil artık. Kalem bol, kâğıt bol, matbaa bol. İsteyen istediğini yazıyor, basamasa bile internette yayınlıyor. İsviçre’de hiç cinayet işlenmiyor denilmesi üzerine André Gide’in “O yüzden orada edebiyat yok” dediği söylenir. Bizde cinayet de, zulüm de maalesef bol bol olduğundan, derdimizi edebiyatla anlatmak da ciddi bir seçenek, bazen mecburiyet haline geliyor haliyle. Mesela Türkiye’de yazar sayısının düzenli okur sayısından fazla olma ihtimali var! Bu kötü bir şey mi? Valla edebi kaliteyi düşürdüğü, okurun nitelikli edebiyatla buluşmasını da zorlaştırdığı kesin. “Peki durum buyken sen niye yazıyorsun kardeşim” diye sorarsan, yazdıklarımın içimde durmasındansa dışımda durması daha az yoruyor beni. Bir sürü paydaş buluyorum dertlerime, düşüncelerime. Bu da şu hapishane hücresinde yürüttüğümüz zorlu mücadelede iyi geliyor bana. Büyük bir destek ve dayanışma hissediyorum bu şekilde. Ve elbette edebiyat benim mücadele hayatımın bir parçasıdır. Politik bir duruştur, en azından ben öyle bakıyorum. Böyle bakmayan edebiyatçılara da saygı duyuyorum tabii. Politik edebiyat has edebiyatı zehirliyor diyenlere ise asla katılmıyorum. Politik olmayan ne kaldı ki?

Fatih Özgüven (yazar): Hikâyelerinizden ara sıra bir Orhan Kemal sesi yükseliyor, daha emin, daha tok bir ses. Ara sıra da anlatıcının kendisine döndüğü güzel anlar var, Sait Faik sesi diyelim ona da. Hikâyeleri okurken bu iki ses arasında bir denge tutturulduğunu fark ettim. Tabii mizahı da unutmamak lâzım. Başka hangi yazarları okuduğunuzu ve hangilerinin üzerinizde iz bıraktığını merak ediyor okur. Ne dersiniz?

Özel ve ağırlıklı olarak herhangi bir yazardan etkilenerek yazmıyorum. Herkesten biraz etkileniyorum yüksek olasılıkla. Bu topraklardan çıkmış tüm yazarların şu veya bu düzeyde birbirlerini etkilememeleri mümkün mü? Farklı yerlerden ve zamanlardan bakılsa da nihayetinde beslenilen kaynak, beslenilen coğrafya benzerdir. Ama kimden ne kadar etkilendiğimi kestiremiyorum doğrusu. İçeride zaman bol ve çok fazla okuyorum, belki de nedeni budur. Son zamanlarda William Styron, Margaret Atwood, John Cheever, David Grossman gibi yazarların kitapları geçti elime, onları okudum. Türkiyeli kadın yazarlardan da Ece Temelkuran, Nilgün Öneş ve İclal Aydın’ın kitaplarını severek okudum. Hamit Bozarslan’ın tarih kitaplarını yeniden okuyorum. Bir de Mehmet Sait Aydın’ın Lokman Kasidesi’ni durup durup okuyorum, balyoz gibi iniyor yüreğime.

Hicri İzgören (şair): Siyaset ve sanat yönüyle sizce “zaman” nedir?

Bana öyle geliyor ki, yeryüzünde zaman kavramını belli sınırlara hapsetmeyi başaran en zararlı faaliyet, aktüel ve popülist siyasettir. Zamanı, bir yerde başlayıp bir yerde biten, sonra tekrar eden bir olgu halinde ele alma yanılsamasının kaynağı siyasettir. Bunu da güç, otorite, hükümranlık kavramları ve bunlara dair zaman dilimleri üzerinden yapıyor. Geri kalan insanlar da hayatlarını siyasetin belirlediği bu zamanın dilimlerine bölerek sürdürmeye gayret ediyor. Zulüm zamanı, özgürlük zamanı, sömürü zamanı, durgunluk zamanı, Trump zamanı, Erdoğan zamanı gibi. Bu yanılsamayı yıkmaya çalışan da sanattır. Kendi varlığını zamansızlık üzerine inşa ederek, hayata bütünlüklü ve ezelden ebediyete kesintisiz akış halinde bakabilmemizi sağlıyor. Bu yönüyle sanat, siyasete kıyasla bilime daha yakındır; sanatta zaman yoktur. Zulüm altındayken bile akıp giden şey, zamanın bize ait olan, bizim payımıza düşen kısmıdır, ki bu da herkesi umarsız bir korkuya sevk eder. Aslında bu bir tür kronofobidir (zaman korkusu). Yunancada zaman için yararlı bir ayrım ortaya koyan iki farklı kavram vardır: Geçmekte olan zaman anlamında chronos ve bir anlatı bağlamında tanımlanan zaman olan kairos. Siyaset sadece chronos’u hatırlatıp korkuturken, edebiyat her ikisini de aynı anda idrak etmemizi sağlayıp cesaretlendirir. Edebiyat biraz da estetize edilmiş tarih anlatısı değil midir? Ve tarihin kendisi zaman kavramına bütünlüklü bakmamızı kolaylaştıran en önemli disiplin değil midir?

Özcan Alper (yönetmen): Sevgili Demirtaş, öncelikle sizin, hücre arkadaşınızın ve tüm siyasi tutsakların bir an önce özgürlüğünüze kavuşmanızı diliyorum. Siyasetteki dilinize, cezaevinde başladığınız edebiyat ve yaptığınız resimlere bakınca bana daha çok John Berger’ı hatırlatıyorsunuz. Özellikle siyasetteki temsiliniz sanki onun “yetimler ittifakı” vurgusunu hatırlatıyor. Ama ben tek soru hakkımı şimdilik sinemadan yana kullanmak istiyorum. Eğer bir gün hayatınız bir sinema filmi olsaydı, ki çok uzak bir ihtimal değil, çocukluğunuzdan acı ve tatlı, unutamadığınız bir anınızı paylaşmanızı isteseydik bu nasıl bir sahne olurdu?

Hayatım film olacak kıvamda değil, ama yine de bir gün biri çekerse diye kısa bir şey anlatayım. Yedi yaşımda falan olmalıyım. Diyarbakır’da yazın Küpeli ve Dıngılava havuzları, şehrin en kalabalık serinleme mekânlarıydı. Biz de amcam, dayılarım, benden yaşça büyük bir kuzenim (ki adının Mahmut olduğunu söyleyip herkesin içinde rencide etmek istemiyorum kendisini), abim ve yaşıtım kuzenlerimle kalabalık bir aile grubu olarak Küpeli havuzuna gitmiştik. En küçükleri bendim. Yaşça benden büyük olanlar iyi yüzüyor, yaşıtlarım çata pata yüzüyor, bense yüzemiyorum. Elimle, ayağımla kendimi ıslatıp güneşe yayılıyorum sadece. Sonra bir an, bu Mahmut Abi, beni halter gibi kaldırıp havuzun kenarına getirdi. Bizimkiler gülüyor, ben de gülüyorum tabii. Atacak değil ya beni havuza! Yüzme bilmiyorum bir kere. Şu Mahmut Abi de çok komik biri diyorum, kendi kendime. Ne atması ya, öyle şey mi olur. Ama attı. Resmen havuzun ortasına fırlattı beni ki, kendimi Mersin’den Kıbrıs’a fırlatılmış gibi hissettim. Öyle uzun sürdü suya düşmem. Havuzun o kısmı da bir metreden derin. Bir buçuk metre falan. Atılmanın şiddetiyle dibe batmam haftalar sürdü zaten, bunun bir de yüzeye çıkması var. Ayrıca amcamın, dayımın yetişip beni kurtarması var. Nereden baksanız bir buçuk ay sürer. Suyun altında bunları düşünüp panikliyorum tabii. Yok diyorum, bunlar benim cenazemi bile aylarca bulamazlar. Ulan Mahmut Abi, yazık değil mi bana? Yedi yaşımdayım, daha yaşamaya başlamadım bile. Annemi düşündüm sonra. Nasıl ağlıyorum suyun altında. En azından bana öyle geliyor. Sonra bir mucize oldu ve suyun üstüne çıktım. İki saniye sonra da havuzun kenarında dimdik ayaktaydım. Her şey beş saniye önce bıraktığım gibiydi. Tek bir farkla, yüzme öğrenmiştim artık. Sağol Mahmut Abi.

Pelin Esmer (yönetmen): Sevgili Selahattin Demirtaş, size sormak istediğim soru, sizinle sohbet etmek istediğim konu çok, o da yakında mümkün olacak umarım, ama şimdilik yerimiz dar. Tek bir soru hakkım olunca sizin bakan, gören, işiten, yazan, çizen yanınıza bir soru sormak isterim. En yakın zamanda özgürlüğünüze, ailenize kavuştuğunuzda, bir gün Ken Loach hapishane yıllarınıza dair bir film yapmak istese mutlaka olmalı diyeceğiniz bir sahne var mıdır?

4 Kasım 2016 gecesi kızlarımdan, evden ayrıldığım an olsun isterim. Küçük kızım ağladı. Ona sarılıp döneceğime söz verdim. Sözüme halen bağlıyım.

“Susamam’ı kör bir hücrede dinledik, çok moral bulduk”

Şanışer (müzisyen): Ben her geçen gün müziğin ve sanatın değiştirici gücüne olan inancımı yitiriyorum maalesef. Orada bulunduğunuz sürede pek çok sanat eseri verdiğinizi göz önünde bulundurarak size şunu sormak istedim: Sanat, sanatçıyı rahatlatmaktan, tedavi etmekten daha büyük bir amaca hizmet edebilir mi gerçekten?

Arkadaşlarınla birlikte yaptığın “Susamam”ı biz burada, kör bir hücrede televizyondan dinledik ve şarkının bizi iyileştirdiğini hissettik. Çok samimiyim, gerçekten öyle oldu. Çok moral bulduk. Böyle böyle ayakta kaldık burada. Direnişlerin, sanatın, edebiyatın, kalabalıkların dışarıdan gelen sesi sadece hapishanelere değil, açık bir cezaevine dönüşmüş ülkeye de iyi geliyor. Yapılan hiçbir güzel şey boşa gitmiyor, emin olabilirsin. Dewamke 🙂

Şeyhmus Diken (yazar): İki öykü kitabınız ve bir romanınızdan, yazmayı ve edebiyatı sahiden kendisine dert edinmiş bir siyasetçi profiliyle karşı karşıyayız. Ülkenin son altmış yıllık siyasetçi profiline baktığımızda maalesef siyaseti sığ, okuma performansı ise hayli zayıf bir profil hemen göze çarpar. Siyasetin hayli daraldığı böylesine bir dünyada iyi edebiyatta inadına ısrar etmek, bir anlamda tersten bir karşı duruş, tavır alış gibi mi algılanmalı, anlaşılmalı?

Aslında ben ne siyasette ne edebiyatta çok şey söylemiş değilim. Sadece kendi kendime mırıldanıp duruyorum. Söyleyecek çok şeyim var, ama söylemek için ne zaman buldum ne de fırsat. Bir gün bulabilir miyim, onu da bilmiyorum. Yine de hepimizin topluma karşı sorumlulukları var. Nitelikli, ahlâklı, erdemli bir siyaseti var etmek zorundayız. İnsani olana ait ne varsa tükendi çünkü. Su tükendi. Murathan Mungan’ın son kitabı Hamamname’de dediği gibi, sular çekiliyor dünyadan. Habercisi, tabiattan önce içinizdeki kuraklık, gözlerinizdeki çoraklık. Sular tamamen çekildiğinde hiçbir hikâyeniz kalmayacak geriye yaşadıklarınızdan. Bunca yıl kendi cehenneminize odun taşıdınız. Söndürmek için bir katre olsun beklemeyin artık ummandan. Yazdıklarım edebi açıdan bir şeyler ifade etsin diye çok çabalıyorum. Böyle bir kaygıyı ciddi ciddi taşıyorum. Yani politik kimliğimin arkasına saklanıp sloganik yazmayı doğru bulmuyorum. Ne kadar başarıyorum, buna okurlar ve eleştirmenler karar verecek artık. Fakat şu da bir gerçek ki, ülkeyi yöneten bazı siyasetçilerin hayatları boyunca okudukları kitap sayısından fazlasını ben bizzat yazdım, üç tane! Bu bir karşı duruş değilse nedir? 🙂

Tuğrul Eryılmaz (gazeteci): Evinize girer girmez ilk dinleyeceğiniz özgürlük müziği ve yapacağınız yemek ne olacak?

Yıllarca hapislikten sonra eve girer girmez ille de yemek yapıp özgürlük müziği dinle diyorsanız tamam, öyle yapayım 🙂 Ciwan Haco’dan “Diyarbekir Mala Min a”yı dinleyip sarımsaklı bir Zaza yemeği olan zerbêti yapardım. O kadar sarımsaklı yedikten sonra evde herkes benden uzak durur artık, canın sağolsun Tuğrul Abi.

Ümit Ünal (yönetmen, senarist): Devran’daki “Gün Olur Devran Döner” hikâyesinde, savcının yaşadığı acı hesaplaşmadan etkilenmiştim. Sadece acıyla değil, kara mizahla yoğrulmuş “Kobay”, “Cenaze Levazımatçısı” gibi hikâyeler de çok çarpıcıydı. Memleketimden İnsan Manzaraları’nı düşündüm, Bir Zamanlar Anadolu’da’yı düşündüm. Hikâyeleriniz sinemaya da çok yakın. (Bir tanesinin Ümit Kıvanç tarafından kısa film olarak çekildiğini biliyorum.) Sinemada sizi etkileyen filmler, yönetmenler kimler? Yeni edebiyat çalışmalarınız var mı?

Evet, sevgili Ümit Kıvanç, “Ah Asuman” öykümden yola çıkarak bir kısa film çekti. Bu vesileyle, emeği geçen herkese bir kez daha teşekkür ediyorum. Başka da çekilirse sevinirim tabii ki. Kim mutlu olmaz ki böyle bir şeyden. Yönetmen, senarist, oyuncu hafızam maalesef ki çok zayıf. Sinema alanında obur bir tüketiciyim sadece. Esaretin Bedeli, Piyanist, Apartman, Kelebeğin Rüyası gibi filmler, son zamanlarda televizyondan da tekrar izlediğim için hemen aklıma gelen ilk birkaç film. Yeni edebiyat çalışmalarım da var maalesef. Yazmayacağım demiştim, ama halen yazıyorum. Yayınlanmasa bile yazmak istiyorum.

“Hasan Sürgücü olmak kolay iş değil”

İrfan Aktan (gazeteci): “Gün Olur Devran Döner” öykünüzde karakolda işkenceyle öldürülüp “terörist” diye kayda geçirilen Devran Sürgücü’nün hikâyesini okuyoruz. Devran’ın ölüm tutanağına imza atan, işkenceyi örtbas eden savcı Salim Bey, olaydan yirmi beş sene sonra Devran’ın köyüne, babasına konuk oluyor. Devran’ın babası Hasan Sürgücü’nün oğullarının öldürülmesinde parmağı olan birini ağırlaması, ona beklenen tepkiyi göstermemesi, o anlamlı tepkisizlik, derin sessizlik bize ne anlatıyor? Siz Hasan Sürgücü olsaydınız, aynı şeyi yapar mıydınız?

Hasan Sürgücü olsaydım aynı şeyi yapar mıydım? Zor soru gerçekten. Hasan Sürgücü olmak kolay iş değil. Hasan Amca’nınki tepkisizlik değil aslında. Gelenekle yoğrulmuş sabrın ve erdemin büyük bir tepkisi diyebiliriz. Onunkisi, karşısındaki alçalmayı kendi ağırlığıyla ezmek. Henri Charrière’nin Kelebek romanındaki kahramanı Kelebek gibi, Hasan Amca da yılların verdiği olgunlukla intikam duygusunu erdeme dönüştürmeyi başarıyor. Az bir şey değil bu ve bence çok saygın bir tutum.

Ayşegül Devecioğlu (yazar): Gerek güçlendirilmiş parlamenter sistem hakkındaki önerinizde, gerekse “Bir ittifak modeli önerisi” adlı yazınızda, bir demokratikleşme perspektifi ortaya koyuyorsunuz. Salgının derinleştirdiği ekonomik krizin geniş kitleleri tarifsiz bir işsizlik ve yoksullukla yüz yüze bıraktığı bir dönemdeyiz. Her iki öneri ya da yazı halkın tabandan katılımına değinmekle birlikte, bu katılımın olmazsa olmaz koşulu olan iktisadi adaleti dışarıda bırakıyor. Emek hakları ve yoksulların olmadığı bir siyasi demokrasi tablosu ortaya çıkıyor. Oysa bilindiği gibi, neoliberalizmin her düzeyde yarattığı yıkıma ve güvencesizleşmeye demokratik kurum ve süreçler bu halleriyle engel olamıyor, bu itibar kaybı, demokratik süreçlere katılımı beklenen emekçi sınıfların, yoksulların sağ popülist, seçimli otoriter rejimlere kaymasına neden oluyor. Siyasi demokrasi ve iktisadi demokrasi arasındaki ayrıma oturan ve düzenin restorasyonunu öne çıkaran bu önerilerin halkın yakıcı ihtiyaçlarına değinmediği ortadayken, buradan halkın katılımına dayanan bir demokrasi ittifakı ortaya çıkacağını neye dayanarak savunuyorsunuz? Türkiye’nin demokratikleştirilmesi eski rejimin kabaca restore edilmesiyle mümkün olabilir mi?

Olamaz, haklısınız. Ama mücadele imkânlarının çoğaltılması, mücadele araçlarının çeşitlendirilmesi ve devlet kaynaklı baskının azaltılması için demokrasi programı elzem bir aşamadır. Benim her iki önerim de sınıf, kimlik, cinsiyet sorunlarının çözümünde esasa dair önermeler değil, yönetimin ve mücadele araçlarının demokratikleştirilmesi perspektifidir. Her siyasi anlayış, oluşacak yeni yönetim sürecinde, kendi demokratik mücadelesini yürütmeye devam edecektir. Mesela HDP’nin önerdiği anti-faşist blok, bu açıdan önemli bir girişimdir.

“Mahkûmların emeklerinin sömürülmesi tam bir utançtır”

Çiğdem Toker (gazeteci): Sayın Demirtaş, sağlık ve dirayet dileğiyle… Cezaevleri bünyesindeki 309 iş yurdunda, hükümlü ve tutuklular çalıştırılarak birçok alanda üretim yapılıyor. 180’in üzerinde işkolunda mobilya, konfeksiyon, deri, seracılık, kaz yetiştiriciliği, büyükbaş, gıda, oda parfümü, geleneksel el sanatlarına uzanan bir çeşitlilik mevcut. Dahası, bakanlığın özel sektörle yaptığı protokollerle, hükümlüler bu iş yurtlarında dünyaca tanınmış giyim markaları için bile üretim yapıyor. Bu üretimden Adalet Bakanlığı önemli bir gelir sağlıyor. Son İşyurtları Faaliyet Raporu’na göre, 2019’da elde edilen toplam gelir 4,6 milyar TL. Bu tutarın 3 milyar TL’sini mal ve hizmet satış gelirleri oluşturuyor. Buna karşılık bu geliri yaratan 60 bin 767 hükümlü ve tutukluya ödenen toplam yevmiye tutarı 77 milyon 689 bin 123 TL. Tutuklu ve hükümlülere ödenen yevmiye tutarları ise şöyle: Ustalara 17,25 TL, kalfalara 15,25 lira, çıraklara da 14 lira. Adalet Bakanlığı yönetmeliğinde bu faaliyetin amacı “hükümlüleri topluma kazandırmak ve meslek sahibi olmalarına yardımcı olmak” diye açıklanıyor. Ancak, bu devasa üretim kapasitesinin gönüllülük esasına dayandığı açıklansa da, hükümlülerin uzun çalışma saatlerinden yakındığı biliniyor. Bu tabloya “içeriden” –hukukçu kimliğinizle de– baktığınızda, iş yurtlarındaki faaliyetlerin, mahkûmları topluma kazandırma amacının ötesine geçerek, muhtemelen bir kısmı yeni cezaevlerinin ihale finansmanında da kullanılan, Hazine’ye gelir yaratan bir ucuz iş gücü olarak görüldüğünü söylemek mümkün mü? Değerlendirmeniz nedir?

Çok fazla gündeme gelmeyen bu konu hakkındaki sorunuz için çok teşekkür ediyorum. Hapishanelerde çalıştırılan adli mahkûmların emeklerinin sömürülmesi tam bir utançtır. Bu vesileyle meslek edinenler de olabilir, ama asıl amaç asla “topluma kazandırma” falan değildir, bedava iş gücünden acımasızca yaralanmaktır. Hapishaneler yoksullarla doludur ve yoksullar, dışarıda olduğu gibi içeride de ağır sömürü altında. Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk’ta söylediği gibi, “yoksulun hemen tüm arzularının cezası hapistir”. İçerideki adli mahkûmların birçoğu, kantinden su ya da sigara alamayacak, ailesine telefon edemeyecek kadar bile parasız, sahipsiz, yoksuldur. Yoksullaştırma ve suça itme, birbirleriyle bağlantılı ve stratejik bir politikadır. İçerideyken emek sömürüsü ise tam da kapitalizmin entegre işleyişinin bir parçasıdır. Kişiyi hiçleştirme, devlet zoru karşısında kişiliksizleştirme, biat eden bir karakter yaratmak asıl amaçtır. “Topluma kazandırma” gibi açık olmayan kavramlar, asıl amacı saklamaya dönüktür sadece. Dışarıdakiler bu konu üzerinde daha fazla durabilse keşke.

Uğur Gürses (ekonomist): Ekonomik koşullar giderek kötüleşirken, salgınla beraber daha da ağırlaştı. Milyonlarca çalışan işini kaybederken, milyonlarcası da kısa çalışma ödeneği ve ücretsiz izin bağlantılı işsizlik ödeneği ile “işbaşında olmadan işi olarak”, ama işsizlik kıyısında durarak yaşamını idame ettiriyor. İktidar ise bu ekonomik sonuçları, siyasi kutuplaşmayı yükselterek, uluslararası ihtilafları derinleştirerek konsolide etmeye çalışıyor. 2019 seçimleri farklı kesimlerin uzlaşmasıyla bu girdaptan çıkış için büyük bir umut yarattı. Yazdığınız “güçlendirilmiş parlamenter sistem” önerisindeki temel unsurlar siyasetin “normalleşmesi” bağlamında ekonomik krizden çıkışın da temel reçetesi aynı zamanda. Bunun için farklı siyasi mahallelerin ittifakında yol haritasını nasıl öngörüyorsunuz?

Devletin ve toplumun demokratikleşmesi beraberinde ekonomik büyümeyi getirebilir, bu mümkündür. Ama mesela bizim savunduğumuz şey ekonomik büyüme değil, üretime dayalı kalkınmadır. Burada da marjlarımız var; üretim doğa katliamına yol açmayacak, emek sömürüsüne dayanmayacak, iş yaşamında cinsiyetçilik olmayacak, sosyal devlet azami düzeyde devreye girecek ve gelir-vergi adaleti sağlanacak. Dolayısıyla, demokrasi ittifakı eşittir demokratik ekonomi anlamına gelmiyor. Ancak ortak bir ekonomik programda, hiç değilse geçiş süreci için, anlaşabilmenin yollarını da bulmak zorundayız. Sonrasında da eğer demokratik siyaset imkânı tüm kesimler açısından adil bir ortama kavuşmuşsa elbette herkes kendi ekonomi programıyla bir sonraki seçime hazırlanacaktır.

Taner Öngür (Müzisyen): Sayın Demirtaş, benim soracağım pek uzak olmayan gelecekle ilgili. Şu kötü yönetilen Covid-19 salgınında sağ kalabilecek insanların geleceği ile ilgili, örneğin: Son zamanlarda dünyada, evrensel temel gelir veya yurttaşlık geliri diye adlandırılan bir konu tartışılıyor, bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Küresel iklim değişikliği tüm hızıyla sürüyor, buna karşı tüm ülkeler önlem almak zorunda olduklarını bilmelerine rağmen, ekonomik sistemin bu önlemlere engel olduğunun farkında olarak çaresiz durumdalar. Bu konuda ülkemiz ve dünya için önerileriniz var mı? Sevgiler.

Var aslında: ekososyalizm. Bu kavramın ve dünya genelindeki tartışmaların Türkiye’de de hak ettiği düzeyde ele alınması gerektiğine inanıyorum. Sorunlara bütünlüklü çözümler üretme açısından ilgiyle izlenmesi gereken bir tartışmadır bence.

“İktidar gittikten sonra zihniyetin değişmesi zaman alacak”

Aylin Aslım (müzisyen): 2005 yılında ilk kez Diyarbakır’a gittiğimde, basında kadın cinayetlerine “töre cinayeti” deniyor olmasından, bu cinayetlerin Güneydoğu’ya ve Kürtlere has bir sorun olarak lanse edilmesinden çok büyük bir rahatsızlık duyulduğunu görmüştüm. Nebahat Akkoç’ların KAMER’ine, İzmir’den Trabzon’a kadar Türkiye’nin her yerinden kadınların sığınma, saklanma başvuruları yaptığını öğrenmiştim. Nitekim, yıllar içinde hakikat daha iyi görülerek “töre cinayeti” tabiri kullanılmaz oldu. Bunun arkasında büyük farkındalık çalışmaları emeği olmasına rağmen, sizce neden kadın cinayetleri her bölgede korkunç bir tırmanışla devam ediyor? “Aslında eskiden daha fazla kadın cinayeti işleniyordu, ama iletişim araçları kıt olduğu, sosyal medya olmadığı için görünürlüğü azdı” yorumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir de bunca farkındalık ve kadın çalışması olmadığını düşünün? Demek ki durum facia ötesi olacaktı. O nedenle, kadın mücadelesi sonuç almıyor diye düşünmemek gerekir. Kadın mücadelesi büyüyor, ama iktidarın kadın karşıtı politikaları da, uygulamaları da büyüyor. Kadın cinayetleri ile kadına yönelik şiddette artışın en büyük nedeni budur. Kurmak istedikleri toplum düzeni açısından kadını bir tehdit unsuru olarak gören bir zihniyet, her alanda kadının bastırılması, eve hapsedilmesi, erkeğe tabi kılınması için açık bir söylem ve eylem üretiyor. Dahası, bunu teşvik ediyor. Siyaseti, yargısı, medyası, tarikatı, cemaati, STK’si falan tümüyle bu bilinçle hareket ediyor. Bunu kendilerinde bir hak, “ahlâk” için zorunlu koşul olarak görüyorlar. Bu iktidar gittikten sonra da bu zihniyetin değişmesi zaman alacak. Ama başka çare yok; tüm alanlarda kararlılıkla, cesaretle mücadeleye devam edilmeli. Ahlâk adı altında kurdukları bu en ahlâksız yoz düzeni kabul etmemek lâzım. Ben bunu daha çok erkeklere söylüyorum elbette. Yoksa her “mahalle”den kadın direniyor zaten. Sorunun kendisi kadın değil, erkektir nihayetinde.

Banu Güven (gazeteci): Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı (AİHM) Robert Spano Türkiye ziyaretinde Erdoğan ile görüştü, İstanbul Üniversitesi’nden fahri doktora unvanını kabul etti, Mardin’de AKP’nin İl Başkanı ve atadığı kayyum ile de bir araya geldi. Siz hem Büyük Daire’de görülen duruşmanızdan çıkacak kararı bekleyen bir başvurucu hem de bir hukukçu olarak AİHM başkanının bu temaslarını nasıl yorumluyorsunuz? Yargıç Spano’ya ne demek istersiniz?

Hâkimler görüntüde de bağımsız ve tarafsız olduklarına dair izlenim vermek zorundadırlar. Yani sadece yargılama usûlünde veya kararlarında bağımsız ve tarafsız olmaları yetmez. Bu konuya da AİHM’in birçok kararında değinilmiştir. Ben daha ne diyebilirim ki? Kendileri bunu defalarca demişler zaten.

“Ben bir siyasi rehine olarak hapisteyim”

Barış Terkoğlu (gazeteci): PKK ile ilişkili olmakla suçlanarak yargılanıyorsunuz. Öte yandan azımsanmayacak sayıdaki kimi destekçilerinize göre siz PKK’ya ya da Kandil’e karşı tavrınızın kurbanı oldunuz. Bunlardan hangisi doğru? Demirtaş PKK’nın ya da Kandil’in vitrini mi, yoksa panzehiri mi?

Ben PKK üyesi veya yöneticisi olsaydım bunu en azından mahkemede asla gizlemezdim. Neysem oyum. Saklayacak, gizleyecek hiçbir şeyim yok. Yasadışı bir faaliyetim yok. Zaten hakkımda öyle bir iddia da yok. Twitter hesabımda açıkladığım ve mahkemede hepsi de çürütülen birkaç somut iddia dışında, iddianamelerin tamamı kamuoyunun duyduğu, bildiği konuşmalarımla doludur. Savcılar bu konuşmalarımdan yola çıkarak PKK kurucusu ve yöneticisi olduğumu iddia edip dava açtılar. Bu da beni PKK yöneticisi yapmaz. Ben siyasetçiyim ve HDP dışındaki hiçbir örgütsel yapıya bağlı ya da tabi değilim. Silah ve şiddet yöntemini de benimsemediğim, doğru bulmadığım için demokratik siyaset yolunu tercih etmiş bir siyasetçiyim. Demokratik siyaset, şiddetin alternatifi ve panzehiridir. Tüm sorunların barışçıl siyasi yollarla çözülmesi gerektiğine inandığım için de HDP’de siyaset yapıyorum.

Dilşat Aktaş (Halkevleri Eşbaşkanı): Parlamenter siyaset düzleminde HDP’nin de etkin bir özne olarak kabul edileceği bir AKP karşıtı ittifak kurulabileceğini gerçekten düşünüyor musunuz? Yoksa bu öneriyi AKP karşıtı sistem içi güçlerin demokratik kapasitesinin sınırlarını gösterecek bir taktik olarak mı dile getiriyorsunuz? Diyelim ki Millet İttifakı böyle bir ittifakın gerektirdiği esnekliği gösterdi, bunu sistem karşıtı toplumsal muhalefet güçleriyle ters düşme pahasına savunur musunuz? Siyaset tercih yapmayı gerektirdiğinde ne olacak?

Demokrasi ittifakından ne kastettiğimi hem bu röportajda hem de ilgili yazımda çok net anlattım. Demokrasi ittifakından sosyalist devrim bekleyenler yanılacak haliyle. Ama sistemin demokratik reflekslere kavuşturulması olanak dahilindedir. Sonrasında demokratik mücadele imkânlarını ezilenden, emekten yana kullanarak köklü bir sistem değişikliği yapabilmek ise mücadele güçlerinin kapasitesine, yeteneğine ve gücüne bağlıdır. Benim ifade etmeye çalıştığım şey, otoriter rejimin yerine demokratik bir sistem kurulmasında rol oynayabilmek ve bu imkânı sağ güçlere tümden teslim etmemektir.

Erdal Er (gazeteci): “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışınızdan sonra Erdoğan’ın yakın çevresine “bana ihanet ettiler” dediği, bu nedenle size kişisel husumet beslediği, bunun sonucu olarak hapiste olduğunuz söyleniyor. Bu iddiaya yorumunuz nedir? Sizin Erdoğan’la kişisel bir sorununuz var mı? Türkiye’de ekonomik, siyasi krizin aşılması, barış ve demokrasinin sağlanması için Erdoğan nasıl bir rol oynayabilir? Çözüm için siyasi rakibiniz Erdoğan’la el sıkışır mısınız? AKP ile HDP yan yana gelebilir mi?

Kişisel husumetin kısmen payı olsa bile asıl neden HDP’nin politik çizgisidir. İçeride olmamızın nedeni de partimizin her konudaki duruşunu savunmamızdır. Erdoğan ile nasıl bir kişisel sorunum olabilir ki? Ben bir siyasi rehine olarak hapisteyim. Kurumsal ve radikal demokratik adımlar cesaretle atılırsa kaos durumundan çıkış mümkün olabilir. Benim ve arkadaşlarımın şahsi özgürlüğünden çok, toplumun özgürlüğünün ve Türkiye’nin demokrasisinin gelişmesi önemlidir. Samimi ve somut demokratik adımları, HDP dahil tüm partilerin destekleyebileceğini düşünüyorum. Elbette demokratikleşmeye en fazla katkı sunması beklenenler, muhalif demokrasi güçleridir. Ancak toplum bu kadar acı çekerken, açlık ve işsizlikle kıvranırken iktidar samimi adımlar atarsa burada aslolan toplumun kazanımını gözetmek olacağından, elbette aklı başında hiç kimse reforma karşı çıkmaz. Reform ve demokrasi adımlarını isimler üzerinden değil, genel ilkeler ve toplumun yararı üzerinden tartışmak yararlı olur. Oyalama ve aldatmaya dönük sözde reform girişimleri ise mevcut krizi derinleştirmekten başka işe yaramaz. Şu andaki sorunları ve krizi yaratan biz değiliz, ama çözüm konusunda kendimizi sorumlu hissederiz. Yeter ki ciddiyeti ve samimiyeti görelim. Bu düşüncelerim, iktidarından muhalefetine tüm partilere yöneliktir. Ve elbette demokratik reformların siyasi muhatabı kurumsal olarak partimiz HDP’dir. Konuşulması gereken, görüşü alınması gereken HDP’dir. HDP’yi dışlayan ve yok sayan hiçbir demokrasi hamlesinin ve demokrasi bloğunun başarı şansı olmaz, samimiyeti de sorgulanır. Ben de buradan tüm gelişmeleri büyük bir dikkatle ve sabırla izlemeye devam edeceğim.

“Demokrasi ittifakı ilkelerinde asgari demokrasi programı”

Fatih Polat (gazeteci): 1. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da kendisine yer bulan çok partili parlamenter sistemin “sosyal devlet”in tasfiyesiyle birlikte güç ve itibar kaybına uğradığını görüyoruz. Önerdiğiniz “güçlendirilmiş parlamenter sistem” bunu aşan bir sistem olacak ise, böyle bir sistemin hangi güçlerle ve nasıl kurulabileceğini düşünüyorsunuz? Seçim işbirliği bağlamında belli partilerle yan yana gelmek kuşkusuz ayrı bir şey, ancak temel sorunların da parçası olan partilerle böylesi bir dönüşümün inşası mümkün olabilir mi? Değilse nasıl ve hangi güçlerle?

Eğer bizler önümüzdeki süreçte etkili bir politika izlemezsek bizlere rağmen devlet yeniden organize edilecek. Ben herkesi, demokrasi ittifakı ilkelerinde buluşmaya zorlayacak asgari demokrasi programını yeni iktidarla birlikte hayata geçirmeliyiz diyorum. Şu anda üç temel ayak görünüyor: CHP ve etrafındaki güçler; milliyetçi ve muhafazakârlar; Kürtler, Aleviler, sol güçler. Ben bu üçüncü ayağın tüm ilerici, devrimci, yurtsever, demokrat, sol güçleri bünyesinde buluşturarak ayrı ve özgün bir yapı halinde demokrasi ittifakında ve gelecekte ülke yönetiminde olmasının doğru olacağını düşünüyorum. Bu bir geçiş hükümeti olacak. Otoriterlikten demokratikliğe geçiş. Ya bunun içinde olacağız ve icra edenlere dahil olacağız ya da dışında kalıp talep etmeye devam edeceğiz. Asıl siyasal rekabet ve mücadele, bu asgari demokratik ortam yaratıldıktan sonraki seçimlerde olacaktır. İşte o zaman ittifaklar daha rafine, daha ideolojik çerçevelerde ele alınabilir. Ama öncelikli ve acil sorun demokratik ortamı inşa etmek olmalıdır. Bunu da nicel ve nitel açıdan hiçbir kesim tek başına yapamaz, yapmamalıdır da zaten.

Korkut Boratav (iktisatçı): Sizce 7 Haziran seçimleri sonrasında, AKP’nin 1 Kasım seçimlerini kazanmasında HDP’nin ve Kürt hareketinin doğrudan veya dolaylı sorumluluğu nedir?

Kürt hareketinin tümü adına konuşamam. Sivil toplum örgütleri, medyası, çeşitli platformları, gençlik ve kadın hareketleriyle devasa bir alandır çünkü. Ama o dönemde HDP eşbaşkanıydım ve 7 Haziran 2015 ile 1 Kasım 2015 arasında, yerelde iktidar olduğumuz 12 merkezin, hükümetin talimatıyla tanklarla yerle bir edildiğini, binlerce insanın yaşamını yitirdiğini, yaralandığını, 500 binden fazla kişinin iç göçe tabi tutulduğunu, genel merkezimiz dahil olmak üzere parti binalarımızın yakıldığını ve seçim ofislerimizin saldırıya uğradığını, Suruç’ta ve Ankara’da Türkiye tarihinin en büyük kitlesel katliamlarının yapıldığını, seçim çalışmalarımızın zorbalıkla engellendiğini, medya ambargosu uygulandığını, ama tüm bunlara rağmen Meclis’e girebildiğimizi hatırlıyorum. Fakat AKP’ye seçim kazandırmak için doğrudan ya da dolaylı bir faaliyet içinde olmadığımızı herkesin yakından bildiği inancındayım.

About Author

Uğraş Vatandaş

Uğraş Vatandaş

Related Articles

TÜM HABERLER