A3 Haber

Prof. Uğur Ersoy anlatıyor: 1977 ODTÜ direnişinden 2021 Boğaziçi direnişine anılar, benzerlikler, farklılıklar…

Prof. Uğur Ersoy anlatıyor: 1977 ODTÜ direnişinden 2021 Boğaziçi direnişine anılar, benzerlikler, farklılıklar…

Prof. Uğur Ersoy anlatıyor: 1977 ODTÜ direnişinden 2021 Boğaziçi direnişine anılar, benzerlikler, farklılıklar…
Mart 09
12:10 2021

Urumeli Hisarı’na “zoom”luyorum… Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atanmasıyla ilgili 2021’in ilk günlerinden beri yaşanan gelişmeleri üç yönden ele alıyorum.
Birinci yön, üniversite sorunu, rektörünü kendisi seçemiyor, seçememek bir tarafa üniversite dışından biri rektör olarak atanıyor. Üniversite istemediği uygulamalara maruz bırakılıyor. O da bununla mücadele ediyor, haklı bir mücadele…
İkinci yön, bu mücadele payanda yapılarak toplumdaki başka konular, sorunlar kaşınıyor. Hem iktidar, hem muhalefet kanatlarından siyasi rant iştahları kabarıyor, adeta at izi it izine karışıyor. Boğaziçi ile ilgili gelişmelerde desteği kazanılmaya çalışılan kamuoyunun mücadeleyle ilişkisi manipüle ediliyor.
Ve üçüncü yön, bazı hatıralar canlanıyor. Sene 1977… Yer, Orta Doğu Teknik Üniversitesi… Olay, Hasan Tan’ın rektörlüğe atanması. Ve ODTÜ’nün bu atamaya karşı mücadelesi… Dönemin koşulları içinde şimdikinden farklı bir mücadele, ama benzer tarafları da olabilir.

Bu söyleşi neden Prof. Uğur Ersoy’la yapıldı?

Konuğumuz, emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Uğur Ersoy… Konuyla ilgili Hocamızla, öncelikle ve özellikle birinci yönün üzerinde konuşacağız. İkinci ve üçüncü yönlere yeri geldikçe değineceğiz. Ama önce söyleşiyi neden onunla yapmak istediğimizin anlaşılması için kısa bir özgeçmiş vereceğiz. ODTÜ, Boğaziçi, mühendislik veya akademi camiasına değil elbette, onların Hocamızla ilgili bilgi ve hatıraları ayrı ve çok özel…

Uğur Ersoy 1932’de Mersin’de doğdu, ortaokul ve liseyi Tarsus Amerikan Koleji’nde okudu. İstanbul Robert Kolej’de (Boğaziçi Üniversitesi’nin 1971’den önceki statüsünde) İnşaat Mühendisliği bölümünü 1955’te, yüksek onur derecesiyle bitirdi. Ardından Amerika’ya giderek, Teksas Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktora çalışmalarına devam etti; aynı zamanda proje mühendisi olarak çalıştı. 1957’de Türkiye’ye döndü ve o yıllarda kuruluş aşamasında olan ODTÜ’de göreve başladı. ODTÜ’nün ilk rektör yardımcısı oldu. Kuruluşundan itibaren ODTÜ’de, öğretim üyeliğinin yanı sıra, çeşitli dönemlerde iki kez bölüm başkanlığı, üç kez rektör yardımcılığı, bir kez rektör vekilliği, 1976’da İçel kampüsünün kurucu dekanlığı görevlerini yürüttü. 1980-81’de bir yıl Kanada, Toronto Üniversitesi’nde; 1992-94’te iki yıl Boğaziçi Üniversitesi’nde konuk profesör olarak bulundu. 1999’da emekli olduysa da 2006’ya kadar ODTÜ’de, 2006’dan beri de Boğaziçi Üniversitesi’nde emekli profesör olarak ders vermeye devam etmektedir. Yazdığı makale ve kitaplar, yaptığı araştırma, eğitim, uygulama ve yönetmeliklerle birlikte yurt içinde ve dışında aldığı onlarca ödülü vardır. Bunlardan en yakında olanı 2019’da Amerikan Beton Enstitüsü tarafından, deprem riski altındaki ülkelerde betonarme tasarımına verdiği katkılar nedeniyle “Onur Üyeliği”ne seçilmesidir. Öğrencilerinin gönlünde kurduğu tahtın ölçüsünü ise buralarda anlatmaya yer yetmez… 50 yıla yakın bir hayatı paylaştığı eşini 2005’te kaybeden Uğur Ersoy, bir kız ve bir erkek evlat babasıdır.

1977’de ODTÜ’de yaşanan Rektör Hasan Tan olayı

Sayın Ersoy, söyleşimize sağlam bir temel atmak amacıyla, “üniversite”nin ne demek olduğunu sorarak başlamak istiyorum. Eğitim kurumu mu, yüksekokul mu, enstitü mü, başka bir şey mi? Kafamızı netleştirmek için, biraz da işin felsefesine girerek “üniversite”yi tarif eder misiniz?

Üniversite yüksekokul değildir, daha doğrusu yüksekokuldan farklıdır. Yüksekokulda sadece bilgi aktarılır; üniversitedeyse bilgi aktarılır ama daha önemlisi bilgiyi üretmektir. Bilgi ve teknoloji üretilen yerde tartışma, sorgulama, eleştiri gibi şeyler çok normaldir. Gerçeği arıyorsunuz, nasıl olacak bu? Tez olacak, antitez olacak, senteze varılacak. Gerektiği yerde tezini mertçe savunacaksın, yanlışını gördüğünde aynı mertlikle hakkı teslim edeceksin. Yanlıştan geri adım atmak büyük erdemdir. Herkesin yapacağı iş değil tabii, kendine güveneceksin. Bakın size ODTÜ’den bir anımı anlatayım. 1977’de, Hasan Tan’ın rektörlüğü döneminde, Üniversite Konseyi’ni temsilen bir komite kurmuş, siyasi parti başkanlarını ziyaret edip ODTÜ’de yaşanan sorunları anlatmaya çalışıyorduk. O sırada Genelkurmay Başkanlığı’ndan da davet aldık. İçinde Cahit Arf ve benim de olduğum dört kişilik komitemizle Genelkurmay’ı ziyarete gittik. Karşımızda Genelkurmay Başkanı Semih Sancar ve orgeneral rütbeli dört-beş komutan daha… Sözcü olarak sunumu ben yapıyorum. Sunumun sonunda Semih Paşa şunu sordu. “Hocam bizim de üniversitemiz var, Harp Okulu. Orada çıt çıkmıyor, sizde ise hır gür bitmiyor, neden?”
Cevap belliydi de, ben nasıl verecektim, durum, dönem, her şey o kadar hassastı ki… Tam orada Cahit Arf girdi araya ve şu konuşma yaşandı… “Uğur, bu soruya ben cevap vermek isterim… Paşam, siz Harp Okulu’nda öğrenciye ne öğretileceğini biliyor musunuz?”
“Elbette biliyoruz,” diye cevapladı Semih Paşa…
“Bakın Paşam, sorun buradan kaynaklanıyor, biz üniversitede öğrenciye ne öğreteceğimizi tam olarak bilmiyoruz, daha doğrusu emin değiliz. Emin olsaydık orası üniversite olmazdı. Üniversite tartışarak gerçeklerin araştırıldığı yerdir. Tartışma olan yerde de sorunlar çıkması doğaldır.”
İşte size tam teşekküllü bir üniversite tarifi…

Tam da yerine geldiniz, ne soracağımı tahmin mi ettiniz? Yukarda bahsettiğim ODTÜ görevleriniz boyunca, bugün Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanılana benzer durumlarla hiç karşılaştınız mı? Lafı dolandırmadan soruyorum. 1976-77’de ODTÜ’de yaşanan dokuz aylık bir dönem var, Hasan Tan dönemi… Bu dönemde siz neredeydiniz, ne yapıyordunuz? O dönemi anlatır mısınız?

Bunun için 1980 öncesi (YÖK öncesi) üniversite sisteminden bahsetmek gerekir. Daha doğrusu ODTÜ sisteminden; rektör nasıl görevlendiriliyor, dekanlar, kurullar vs… ODTÜ’nün kendine özel yedi sayfalık bir yasası vardı. Çok kısa olduğu için hiçbir şey yazılı değildi ve esneklik avantajı sağlıyordu. Dokuz kişilik bir Mütevelli Heyeti vardı, Hükümet tarafından belirleniyordu. Rektörü, Mütevelli Heyeti atıyordu; rektörde aranan tek koşul TC vatandaşlığıydı. Dekanların, bölüm başkanlarının, kurulların yetki ve sorumlulukları yasada yazmıyordu. Bir maddede, “Mütevelli Heyet yetkilerini uygun gördüğü kurul ve kişilere devredebilir,” deniyordu. Buna dayanarak üniversite yönetimi yönetmeliklerle oluşuyordu. Yasa, merkezi bir sistem benimsiyordu. Kurullar danışma niteliğindeydi, karar ve sorumluluk akademik yöneticilerdeydi. Rektörün de diğer yöneticilerin de ataması yazılı olmayan kurallarla yürüyordu. Buna biz “önerim-atama” diyorduk. Örneğin bölüm başkanı mı atanacak, ya Bölüm toplanıp birkaç aday belirleyip seçim için Dekana iletiyordu, ya da Dekan kendi adaylarını Bölüme sunup nabız yokluyordu. Başlangıçta işler iyi niyetle gayet iyi ve hızlı yürüyordu. O yıllarda ODTÜ’de tam bir demokrasi vardı. Yardımcı doçentler, profesörlerle aynı yetki ve sorumluluğa sahipti. Profesör ve doçentin bulunduğu bir bölümde bir yardımcı doçent bölüm başkanı olarak atanabiliyordu.

1976 yılında Milliyetçi Cephe Hükümeti kuruldu ve yeni bir Mütevelli Heyet belirlendi. Bu yeni heyette ODTÜ hakkında önyargıları olan ve siyasi nitelikli insanlar yer alınca, işler değişmeye başladı. Mevcut rektör istifa ettirildi. Hasan Tan’ın rektör olacağı dedikoduları başladı. Hasan Tan, Psikoloji bölümü hocası, eskiden beri ODTÜ’lü ama silik bir karakter, siyasi eğilimi çok ortada, nasıl olacak? ODTÜ’nün en yüksek akademik kurulu, Üniversite Konseyi’nde toplantılar, tartışmalar, kararlar derken; aramızdan üç kişi, Cahit Arf, Halim Doğrusöz ve ben Konsey’in görevlendirmesiyle Başbakan Demirel’e gittik. Cahit Arf, Demirel’in hocası, Halim Doğrusöz de üniversiteden sınıf arkadaşı. Demirel bizi çok iyi karşıladı, krizle ilgili yeterli bilgiye sahipti. Uzun uzun konuştuktan sonra, “Dedikodulara inanmayın, Hasan Tan rektör olamaz,” dedi. Bu dendikten iki gün sonra Hasan Tan ODTÜ’ye rektör atandı!.. Atama yasal bu arada, orada sıkıntı yok. Ama üniversite çalkalanıyor. Üniversite Konseyi’nin tavsiyesiyle bütün rektör yardımcıları, dekanlar, bölüm başkanları istifa ediyor, kimse görev kabul etmiyor, rektör istifaya davet ediliyor. Rektörse, bırakın istifayı, üniversitede işçi statüsüyle 200 militanı işe alıyor, ortalıkta beli silahlı adamlar, bildiğin terör estiriyor. 1977’nin ilkbahar ayları, üniversite kâh açık kâh kapalı… Neyse biz tabii Üniversite Konseyi olarak, hepimizin işi gücü, araştırmaları var, aramızdan dört kişilik bir İcra Komitesi çıkarıyoruz, bu işlerle dört kişi uğraşacak. Komitede Cahit Arf, Rona Aybay, Mustafa Doruk ve ben varız, mücadele yürütüyoruz, aynı zamanda hedef tahtasındayız. İktidardan, muhalefetten, askerden, sivilden, içerden, dışardan herkesle görüşmeye çalışıyoruz. Amacımız siyaset değil, tam tersine üniversiteyi siyasi çekişmelerden korumak, kurtarmak derdindeyiz. İletişim araçlarımızsa bugünkü gibi değil, çok sınırlı, ama Allah var, çok destek görüyoruz. Bütün öğretim üyelerine ve öğrencilere minnet borçluyuz. Bu dönemde öğrenciler de süresiz boykot kararı almıştı.
Uzatmayalım, 1977 yaz başında genel seçimler oluyor. CHP birinci parti çıkıyor ama elinde çoğunluk yok. Hükümet kuruyor ama güvenoyu alamıyor, iki arada bir derede Mütevelli Heyet’in dokuz üyesinden beşinin değişmesini başarıyoruz. İşler yavaş yavaş düzelmeye başlıyor. Önce Hasan Tan istifa ediyor ama militan işçiler kalıyor. Yeni bir rektör, İcra Komitesinin önerisiyle Nuri Saryal göreve geliyor. Rektörlük için Mütevelli Heyetin üçte iki çoğunluğu arandığından Saryal görevi vekil olarak yürütüyor. Üniversite tekrar ve sürekli açılıyor. Bir süre sonra militan işçiler üniversiteden uzaklaştırılıyor ama kadroları duruyor, sonra kadrolar da kaldırılıyor. Hasan Tan’ı görevlendiren Mütevelli Heyet Başkanı da istifa edince üniversite normale dönüyor. Ama bu arada haddi ve boyu aşan ucuz kahramanlarla kahramanlıkların, estirilen terörün, tehditlerin, şantajların, olayların, yaralanan ve ölen öğrencilerin, evi bombalanan hocaların, kapalı kalan üniversitenin, ülkeden kaçan araştırmacıların hesabı yanımıza zarar kalıyor. Bu döneme ait olaylarda hayatını kaybeden dokuz öğrencinin anısına Rektörlüğün yanında bir Anıt vardır.

1977 ODTÜ ile 2021 Boğaziçi’nin benzerlikleri, ayrılıkları…

Hasan Tan’ın görevlendirilmesinde kötü olan neydi, Hasan Tan neden kötü bir tercihti ve rektörlüğü boyunca ne kötülükler yaptı?.. Buralarda bir orta yol bulunamaz mıydı?

Hasan Tan’ı ben tanıyordum. Bir ara kendi bölümünde başkanlık yapmıştı. Dört hocasıyla Psikoloji bölümünü yönetememişti. Ben o zaman rektör yardımcısıydım, bir gün Psikoloji bölümünden öğrencilerin isyan haberi geldi. Gittim, bölüm başkanını da yanıma alarak sınıfa girmek istedim. Hasan Tan yarı yolda “ben fena oluyorum” diyerek kaçtı. Çekingen bir tipti. Aslında Hasan Tan bir piyondu, mensubu olduğu siyasi hareketin desteğiyle rektör olmuştu ve amaç ortadaydı. Kullanılmaya müsait bir rektörle o siyasi hareketin üniversiteyi ele geçirmeye çalışacağı çok açıktı. Üniversiteyi kimler, nasıl yönetecekti? Orta yol imkansızdı, o zihniyette üniversite yönetilemezdi. Mücadele salt Hasan Tan’a karşı da değildi; danışmadan yapılan atama sistemi sorunluydu.

Boğaziçi Üniversitesi’nin bugün benzer bir sürece doğru yürüdüğünü düşünüyor musunuz? Daha doğrusu yürürse neler yaşayacağını, nerelere gidebileceğini, kritik eşikleri nasıl tahmin ediyorsunuz? ODTÜ’deki dönemle bugünü ele aldığımızda benzerlikler ve farklar nelerdir?

Şimdi tabii dönemler çok farklı, değer yargıları değişmiş, insanlar değişmiş. Biz o zaman ülke yöneticileriyle konuşabiliyorduk. Ne kadar işe yaradığı tartışılsa da diyalog kurabildik. Başbakan Demirel’le de, Hükümet ortağı Güven Partisi lideri Feyzioğlu’yla da diyalog halindeydik. Şimdi böyle bir diyalog maalesef yok… Benzerliğe gelince o dönemde de, şimdi de rektör görevlendirmesi yasaya uygun; uygun ama yanlış. Boğaziçi’nde işlerin nereye gidebileceğini kestirmek çok zor. Rektörü atayanlarda, “ben geri adım atmam, yanlıştan dönmem” mantalitesi varsa, bu çok sakıncalı.

Boğaziçi Üniversitesi olayını baştan ele alırsak, rektör görevlendirmesiyle ilgili örneğin, prosedürleri ve bugüne kadar neler yaşandığını anlatır mısınız? Rektörlüğe adaylar var mıydı, seçim oldu mu, kim seçildi vs?

Boğaziçi Üniversitesi 1971’de yeni statüye geçince, ondan önce Robert Kolej’di biliyorsunuz, dönemin mütevelli heyeti rektör olarak Aptullah Kuran’ı atamıştı. YÖK kurulduktan sonra zaten bütün üniversitelerde rektörler aynı şekilde görevlendirildi. Neydi o şekil, işte bir seçim olur, en yüksek oyu alan adaylar önce YÖK’e gider, oradan geçenler Cumhurbaşkanı’na gider, Cumhurbaşkanı bunlardan birini görevlendirir. İdealliği tartışılsa da, en azından kurala bağlı ve daha önemlisi şeffaf. İsimler her aşamada biliniyor, tartışılıyor, iyi kötü bir uzlaşma ortaya çıkıyor. Fakat şimdi bir seçim yok, adaylar YÖK’e başvuru yapıyorlar ama kim oldukları belli değil. YÖK bunları Cumhurbaşkanı’na bildiriyor ama nasıl bildiriyor, kaçını bildiriyor, neye göre bildiriyor belli değil. Bakın, seçim yollardan biri, ama şart değil; danışmayla olabilir, önermeyle olabilir, alternatifler sunulabilir. Ama dünyanın neresine giderseniz atama yapan kurumla yapılan kurum arasında, ikisinin de kabul edebileceği bir sistem mutlaka kurulmuştur. Çünkü bunlar beraber çalışacaklar, uyum gösterecekler, dayatmayla ne elde edilebilir? Bunlar hep uzlaşmayla, diyalogla yürümesi gereken şeyler, üniversite bu…
1972’deydi galiba, ODTÜ’de bir grup öğretim üyesi, yöneticilerin seçimle gelmesini savundu. Biz o zaman güven oylaması önerdik. Göreve gelen başkanlar güvenoyu alsın dedik, hani seçim olmasa da… Ve inanır mısınız 28 bölüm başkanından 27’si güvenoyunu aldı. Demek ki sistem iyi çalışmış, doğru insanlar göreve zaten getirilmiş. Bakın az önce söyledim, ODTÜ’nün yasası yedi sayfaydı, hiçbir şey yazılı değildi, başlangıçta büyük avantaj sağladı, kararlar çok hızlı alınabildi. Yasa 1960’ta çıkmıştı ve biz ODTÜ’yü barakalardan, 1968’e kadar dünyaca saygın bir üniversite haline getirdik, nasıl oldu bu?.. Ama Türkiye’de şöyle bir kötü huy var, yazılı olmayınca sistemin suyunu çıkartmayı marifet sanıyoruz. Mütevelli Heyeti ODTÜ’de Hasan Tan’ı rektör atarken ne dedi biliyor musunuz? İstediğimi atarım, kanuna uygun değil miyim kardeşim, danış falan diye yazmıyor hiçbir yerde, niye danışayım?.. Aslında biz 80’e doğru ODTÜ’deki bu yazılı olmayan sistemi geliştirmeye ve yazıya dökmeye çalıştık ama olmadı. YÖK geldi, işler kökünden değişti. Bu tecrübeler önemli, bunları araştırmak, yazmak lazım. İlerde bir yasa yapılacaksa bunlar çok yol gösterici olacak.

Boğaziçi’ne dönersek şu anda neler yaşanıyor? Bir mücadele sergileniyor ama toplu gösteriler, bildiriler, eylemler dışında isimler duyulmuyor. ODTÜ’deki gibi bir komite, bir Cahit Arf, bir Uğur Ersoy, vd. Boğaziçi’nde de var mı? Veya olacak mı, olmalı mı?..

Hayır yok… Bunun birinci sebebi Boğaziçi ile ODTÜ arasındaki sistem farkından kaynaklanıyor. ODTÜ’de işleyiş ve sorumluluk kişilere; yani rektöre, bölüm başkanına ve dekana verilmiştir. Kurullar vardır ama danışma niteliğindedir. Mesela İnşaat Mühendisliği bölümünü ele alalım, genel kurulu senede iki kere toplanır. Boğaziçi’nde ise bölüm kurulu her hafta toplanır, kararları kurullar alır. Kurullarla çalışma Boğaziçi’nin geleneğinde var. İkinci bir sebebe gelince, biraz acı tabi, biz ODTÜ’de dört kişi olarak öne çıkarken, Üniversite Konseyinde önceden tartıştık. Biz önde durursak arkamızdakiler daha rahat işlerine bakabilirler, araştırmalarını yürütebilirler dedik. Ve tabii biraz hırpalandık, geçmiş gün, o hatıralara hiç girmeyelim.

ODTÜ’de Hasan Tan’ın rektörlüğüne karşı bütün üniversitenin birleştiğini, bölüm başkanlarının, dekanların topluca istifa ettiğini, kimsenin görev kabul etmediğini biliyoruz. Müthiş bir birlik havasıydı herhalde ve o dönemde sizin cesaretiniz, yetkileriniz, etkileriniz hep bu havaya dayanıyordu. Boğaziçi’nin birliğinde durum nedir? Üniversiteleri değil elbette ama o dönemin koşullarıyla bugünü karşılaştırdığımızda, Boğaziçi’yi ODTÜ’den daha mı şanslı görüyorsunuz, yoksa daha mı şanssız?

Boğaziçi’nde ODTÜ’dekine benzer beraberlik şu anda evet var. ODTÜ’nün beraberliği dokuz ay sürmüştü, Boğaziçi daha ikinci ayında. Ne kadar dayanırlar kestirmek zor. Ama bana dayanacaklar, beraberlik bozulmayacak gibi geliyor. Tabii bu işlerde zorlama yapılamıyor, çünkü işin içinde acayip işler de oluyor, şantajlar oluyor, tehditler oluyor, bazı sevimsiz teşebbüsler oluyor. Var diye söylemiyorum ama işin doğasını biliyorum, tecrübelerimden biliyorum. Tabii ODTÜ’nün şöyle bir şanssızlığı da oldu. 12 Mart 1971’i yaşadı ODTÜ, beş yıl sonra da başına bu geldi. Komplo teorisi yapmama izin verirseniz, bana göre ODTÜ’nün tepe noktası 1975’tir. Olayların çıkmasıyla bu tepe noktaları arasında ilginç ilişkiler vardır. Rastlantı da denilebilir elbette.
Geri adım atmak yenilgiyi kabul etmek midir, bunu Türkiye’de “yiğitliğe” yakıştıramayanlar olabilir, ama yanlış. ODTÜ’den anlatmaya devam edeyim, 1969’da ODTÜ’nün efsanevi rektörü Kemal Kurdaş’ın süresi dolunca Mütevelli Heyeti gene sormadan, etmeden mühendislik fakültesi dekanı Mustafa Parlar’ı rektör atadı. Parlar aslında sevilen bir insandı ama atamadaki basiretsizlik yüzünden rektörlüğüne cephe alındı. O da, “güven oylamasına gideceğim,” dedi. İlk güvenoyunu mühendislik fakültesinden istedi ve az bir farkla kaybetti. Diğer fakültelere sormaya gerek görmeden, “Daha kendi fakültem bana güvenmiyor, emaneti Mütevelli Heyeti’ne iade etmeliyim,” dedi ve etti. Peki sonra ne oldu, Parlar büyüklüğünden bir şey kaybetti mi?.. ODTÜ’ye gidenler oradaki Parlar heykelini görünce ne demek istediğimi anlayacaklardır.

Biz tabii olayı hep rektör seçimi etrafında görüyoruz ve işin magazinindeyiz. Ama bu tartışmada teknik yönler de olması lazım, Boğaziçi’ne açılan yeni fakülteler mesela. Bunun gibi daha teknik konularda, Boğaziçi ile ODTÜ’deki Hasan Tan dönemi arasında benzerlikler var mıdır?

Bir kere ben şunu anlamıyorum. Daha kriz sürerken, üniversite rektöre karşı direnirken, tak diye yeni fakülte açılmasına, dekan atanmasına falan benim aklım ermiyor. ODTÜ’de böyle bir şey oldu mu, hayır olmadı. Hasan Tan bile bunu yapmadı, daha doğrusu Hasan Tan’a bile arkasındaki güçler bunu yaptıramadı. Fakat şöyle şeyler oldu, ne kadar benzer, benzemez bilemiyorum… ODTÜ’de Hasan Tan’ı atayan Mütevelli Heyet Başkanı bir gün beni görüşmeye, diyalog kurmaya çağırdı. Görüşme yeri ODTÜ’nün mühendislik merkez binası; kampüsün 10 katlı en yüksek binasının en üst katı. Ben görüşmeye giderken eski futbolculuk günlerimden edindiğim alışkanlıkla müthiş motivasyon yaptım. Karşı taraf ne kadar çirkef oynarsa oynasın sinirlenmeyecektim. Gerçekten de düşündüğüm gibi oldu, önce çok sinir bozucu şeyler oldu, sonra adam yumuşadı, sonra tekrar sertleşti. Beni göklere çıkardı, Cahit Hoca’yı karaladı. Sanırım amacı İcra Komitesini bölmekti. Bir ara ayağa kalktı ve pencereden ODTÜ’yü gösterdi. “Uğur Bey” dedi, “Eğer söylediklerimi kabul etmezseniz yarın burayı üniversite olarak kapatır hastane olarak açarım…” Münasip bir cevap aldı tabii, şimdi burada dillendirmeye gerek yok.

Türkiye’nin ve üniversitelerinin bugünkü koşullarını düşünerek, Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan gelişmelerin meşhur “sarı öküz” hikayesiyle izahı, fazla mı zorlama olur? Bu yaşananlar, Hükümet’le üniversiteler arasında var olan ama bugüne kadar daha sakin yürüyen tartışmada bir restleşme noktası olarak düşünülebilir mi?

Bir defa ben restleşme kelimesine çok karşıyım. Burada kumar oynamıyoruz ki, oyun da oynamıyoruz. Çözüm yolları aranmalı, diyalog mutlaka kurulmalı. Sarı öküz hikayesini pek düşünmedim de, şunu düşünüyorum. Boğaziçi, sadece kendisiyle ilgili bir sorunla uğraşmıyor. Bugün bütün üniversitelerde var bu sorun. Herkesin ortak problemi bu ve bütün üniversiteler tarafından takip ediliyor. Ayrıca üniversitelerden çok sayıda destek de geliyor, öğrencilerden bahsetmiyorum, öğretim üyelerinden destekler geliyor. Bizim ODTÜ’de böyle bir amacımız yoktu mesela, çünkü sistem farklıydı, şimdi seçim konuşuluyor. Biz o zaman önerme, danışma, böyle şeylerden bahsediyorduk. Şimdi desek ki hadi gelin anlaşalım, şunu önerelim veya şu alternatiflere bakalım, kimse ne olduğunu anlamayacak bile. Sonuç olarak Boğaziçi’nin durumu bütün üniversiteleri ilgilendiriyor, sistem yanlışsa her yerde yanlış, her yerde düzeltilmesi lazım.

Kendinize ait özel, üniversite ve ülkeye ait genel tecrübeler ışığında, dilek veya umut olarak sormuyorum, tahmin olarak soruyorum, sizce bu iş nereye gider? Kim ne kadar geri adım atar? Nerde uzlaşılır? Veya uzlaşılmaz mı? Uzlaşılmazsa ne olur?

Bu soruya cevap vermek pek mümkün değil. O zamanla bu zaman arasında koşullar, insanlar, anlayışlar, iktidarlar çok farklı. Bir tahminde bulunamıyorum, inşallah maşallahlarla konuşuyorum. Fakat şunu söyleyebilirim, atamayı yapanların yerinde ben olsam, burda böyle bir olay var, inkar edilemez bir durum, iki aydır sürüyor, en azından şunları çağırır ne istiyorsunuz diye bir sorarım, dertlerini dinlerim. Belki o zaman atayanın görüşü değişir, hata yapıldıysa geri dönüş mümkündür, olmalıdır. Ben erdemi burda arıyorum. Umut ediyorum, sürpriz bekliyorum. Bence bir sürpriz olabilir.

Peki ya bedel?.. Bütün bu yaşananlarla birlikte –uzlaşılır veya uzlaşılmaz, o ayrı konu– bir de bedel çıkacak ortaya değil mi? Üniversite ve toplum açısından, geleceğimiz açısından, bedeller ne olacak ve nasıl ödenecek?

Bu iş başladığı anda bir bedel kaçınılmaz olur. Bizim ODTÜ’deki mücadelede, dokuz ayın sonunda, üniversite çok büyük yaralar almıştı. Bu yaraların kapanması çok uzun zaman aldı, bazıları hiç kapanmadı. Bir yıl ders yapılamadı, üniversite bir yıl kapalı kaldı. Bunun ekonomik, psikolojik, vs. sonuçlarının yanı sıra araştırma projeleri bir yıl aksadı, bazıları durdu, bitti. Yurt dışıyla ortak yürütülen projeler durmadı tabi, çare olarak araştırmacılarımız o ülkelere gitti. Gidenlerin çoğu geri dönmedi, öğretim üyesi kaybı yaşandı. Başlangıçta çok iyi, çok hızlı, esnek diye bildiğimiz sistemin kötüye kullanılabileceği acı tecrübelerle ortaya çıktı, bu modelin Türkiye’de yürümeyeceği anlaşıldı, yeni arayışlara gidildi.
Şimdi tabi olaya tersinden de bakılabilir, Hasan Tan’ı kabul etseydik, hiç bu kayıpları yaşamasaydık, denilebilir. O zaman da ODTÜ’yü ODTÜ yapan ilkelerden yavaş yavaş vazgeçmek gerekirdi. Birtakım adamların öğretim üyesi, araştırmacı, işçi gibi sıfatlarla ODTÜ’ye doluştuğunu, ODTÜ’yü ele geçirdiğini izlerdik. ODTÜ biterdi yani, sıradan bir yüksekokula dönüşürdü. Mücadele ile ODTÜ çok yaralar aldı ama kurtuldu. Bu açıdan bakınca mücadelemizin haklı ve doğru olduğunu kabul etmek gerekir.

Bu mücadelelere ve ortaya çıkması muhtemel sonuçlara bakarak hangi duygu ağır basmalıdır sizce, iyimserlik mi, karamsarlık mı?

Elbette iyimserim, kendime hep iyimserliği telkin ederim. Şimdi bir defa, o kadar açık bir gerçek var ki ortada, görülmemesi imkansız ve bence gördüler, görüyorlar. Ama şu geri adım atardım, atmazdım meselesi yok mu, tereddüde düşürüyor insanları. Cesur olmak lazım, güvenmek lazım, önce kendine, devamında üniversitene, gencine… 1968’de öğrenci hareketleri tüm dünyayı sarsarken herkes çok şaşkındı, daha önce hiç yaşanmamış olaylardı, kimse ne yapılacağını, olayların nasıl yönetileceğini bilmiyordu. Sonradan bunların konuşulduğu uluslararası bir sempozyumda Ermeni asıllı Amerikalı bir profesörü hatırlıyorum. Bu olayları anlamamızı sağlayacak en güzel, en doğru kelime Türkçede bulunuyor, o kelime “delikanlı”dır, demişti. Erkeğiyle, kızıyla delikanlı bunlar, kanları deli akıyor, müşfik davranmak lazım, anlamak lazım. Polis gelmiş copluyor, biber gazı sıkıyor, iyi de ne yaptılar ki bunlar, birine mi saldırdılar, bir yere mi zarar verdiler, sadece slogan attılar.

Kamuoyu desteği arama adı altında düşünülebilecek eylemlere ne diyorsunuz? LGBT bayraklarının, kutsal simgeler üzerinden yaşanan provokasyonların, muhalif partilerin, yasal hatta yasadışı örgütlerle bağlantılı kişilerin, AB ve ABD elçileriyle hükümet sözcülerinin, bildirilerin, “endişelerin”, tweetlerin işe karışması, özellikle kamuoyu nezdinde, mücadeleyi büyütür mü, küçültür mü sizce?

İşin en çetrefilli yeri burası. Destek istiyor muyuz, destek iyi mi olur, kötü mü olur, nasıl olmalıdır? 1977’de ODTÜ’de kuvvetli bir öğrenci birliği vardı. Biz o zaman öğrencilere şunu dedik, bir şey yapacağınız zaman bize söylerseniz iyi olur. Biz sizi dinleriz, fikrimizi söyleriz, ama yapın, yapmayın asla karışmayız, işbirliği yapmayız, birlikte hareket etmeyiz. Çünkü o zaman dışardan bakanlar, vay efendim hocalar öğrencileri kışkırtıyor falan, bunlara çok dikkat etmek lazım… Siyasal partilere gelince, neticede ülkenin bir olayı, elbette ilgilenecekler, hatta kendi çıkarlarına kullanmak da isteyebilecekler. Burdaki kriter, mücadelemizin içine bizim tarafımızdan siyaset sokulmamasıdır. Yani partiler siyasetlerini yapabilirler, ama biz o siyasetlerin bir parçası olmamalıyız. Şu partinin eylemidir bu, denmesine kesinlikle yol açmamalıyız… Provokasyon tabi başka bir olay, öğretim üyeleri daha zor düşer buna, ama öğrenciler daha kolay düşebilir ve çok şey kaybedilir… Yasadışı örgütleri ise kesinlikle engellemek lazım. Tabi buralardaki zorluk öğrenci temsilciliğinin olmamasından da kaynaklanıyor. Kimle muhatap olacaksınız? Bu konuda biz ODTÜ’de avantajlıydık. O zamanın ODTÜ’sünde öğrenciler örgütlüydü, ÖTK (Öğrenci Temsilcileri Konseyi) vardı.

Son soruda sözü size bırakıyorum. Eksik kaldığını düşündüğünüz bir şey, olayın içindeki bütün tarafları da düşünerek ne söylemek istersiniz?

Bir kere polisin üniversiteden çekilmesi lazım. Ben rektörün yerinde olsam, sırf iyi niyetimi göstermek için dahi, polisi üniversiteden çıkarırdım. Zaten kim, kime veya neye, ne yapacak, öğrenciler mi bir şey yapacak rektöre, veya öğretim üyeleri mi yapacak? Hükümet zorluyordur belki, bilmiyorum, ama sen rektörsün, üniversitene karıştırmazsın. ODTÜ’ye dönelim, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra bir numaralı hedef halindeydi. Bunun sonucu olarak rektörlüğe o dönem bir asker getirdiler, emekli korgeneral Şefik Erensü. Dedik tamam, kışlaya çevirecekler burayı, herkesi zapturapt altına alacaklar. Ama yanlış adam seçmişlerdi. Şefik Paşa son derece demokrat, herkese söz hakkı tanıyan, ilk işi askerleri üniversiteden çıkarmak olan biriydi. Odasında bir öğretim üyesiyle yaptığı tartışmayı hatırlıyorum. Şefik Paşa’dan önce her binanın önünde silahlı 2 asker nöbet tutuyordu üniversitede, buna son verilmiş. Öğretim üyesi diyor ki, o askerler benim güvencemdi, niye çektiniz, ben şimdi korkuyorum, askerleri geri getirin… Şefik Paşa ise şunu diyor: “Kusura bakmayın dediğinizi yapamam, askerle üniversiteyi bir arada görmek istemiyorum. Üniversitede asker görmekten utanırım…” Ben de öyle; üniversitede polis görmekten utanıyorum.
İkinci söyleyeceğim, diyalog çok önemli. Restleşmedir, bir adım geri atmam falan, bunlar çok yanlış. Atama yapanların üniversiteden birilerini çağırıp dinlemeleri, ne istiyorsunuz, niye bu kadar tepkilisiniz diye sormaları çok yerinde olacaktır.
Son sözüm de şu olsun. Üniversite bilgi ve teknolojinin üretildiği yerdir, özgür bir ortam olması lazım, herkesin serbestçe düşüncesini söyleyebilmesi, tartışabilmesi, eleştirebilmesi lazım. Aksi durumda bu, üniversite olmaktan çıkar, en fazla bir yüksekokul olur. Bugün dünyaya baktığımız zaman, arenada boy gösteren ülkelerin hepsinde ortak özellik, teknoloji ve bilim üretiminde bulundukları ileri seviyedir. E bu da lafla olacak bir şey değil. Bunun altyapısını kurmak, geliştirmek hepimizin ortak sorumluluğudur. Üniversite bu üretimin temelidir, ortamıdır, beyin gücünün yetiştiği yerdir. Eğer siz üniversiteyi yüksekokul haline sokarsanız, ne kadar övünürseniz övünün, adam yerine konmazsınız, saygınlığınız olmaz. Teknoloji ve bilgi üretebildiğiniz ölçüde uluslararası arenada söz sahibi olursunuz. Ülkemizde Boğaziçi, ODTÜ gibi nitelikli üniversite az sayıda var. Bu üniversitelerimizle gurur duymalıyız, bunlara yardım etmeliyiz. Gurur duyma yerine bunları hırpalarsak, bindiğimiz dalı kesmiş oluruz.

Teşekkür ederim Hocam. Kendi adıma konuşacak olursam anlattıklarınızla 25 yıl önceye gittim. Sınıfta yer bulamayıp yerlere oturarak dersinizi dinlediğimiz günlere. Performansınız her zamanki gibi müthiş.

İltifat ediyorsun, ben teşekkür ederim.

About Author

Ahmet

Ahmet

Related Articles

TÜM HABERLER