A3 Haber

Noam Chomsky: Aşısızlar diğerlerini tehlikeye atıyorlar, böyle bir özgürlük yok…

Noam Chomsky: Aşısızlar diğerlerini tehlikeye atıyorlar, böyle bir özgürlük yok…

Noam Chomsky: Aşısızlar diğerlerini tehlikeye atıyorlar, böyle bir özgürlük yok…
Ekim 19
07:42 2021

Ünlü yazar, dil bilimci, aktivist Prof. Noam Chomsky, New York merkezli Amerikan sosyalist dergisi Jacobin’e verdiği röportajda, Covid-19 yıkımından Afganistan fiyaskosuna kadar gündemdeki konuları değerlendirdi. Chomsky, “Aşısızlar diğerlerini tehlikeye atıyor. Henüz aşılanamayan çocuklar için büyük tehlike oluşturuyorlar. Bunu neden yapıyorlar? Özgürlük mü? Böyle bir özgürlük yok. Canınız öyle istediği ve engellenmeye katlanamadığınız için kırmızı ışıkta geçmenize izin veren bir özgürlük yok” dedi. David Barsamian’ın Chomsky ile gerçekleştirdiği söyleşiyi Ayşen Tekşen Türkçeleştirdi.

İşte David Barsamian’ın sorularına Chomsky’nin verdiği yanıtlar…

ABD’de COVID-19 700 binden fazla ölümle sonuçlandı. Küresel olarak ölüm rakamları milyonları buluyor. Aşılar etkili oldu ama yine de başta ABD’de olmak üzere aşı olmaya karşı önemli bir direnç var. Neden? Bazı insanları aşıyla ilgili komple teorilerine duyarlı kılan şey ne?

Tam olarak ne olduğuna bakmalıyız. New York Times’ın her gün yayınladığına benzer küresel haritalara baktığımızda ABD öne çıkıyor. Moğolistan ve birkaç başka ülke dışında, asıl küresel sıcak nokta ABD. Daha yakından baktığınızda, söz konusu olan şey ABD değil. ABD’nin belli bölgeleri. Ağırlıklı olarak, eski Konfederasyon ve ödün vermez Cumhuriyetçi eyaletler olan Idaho ve Wyoming gibi birkaç bölge. İlçeler bazında bile araştırma yapıldı ve Joe Biden’a oy veren ilçeler ile Donald Trump’a verenler arasında oldukça keskin bir fark var gibi görünüyor. Dolayısıyla, bu büyük ölçüde partizan bir mesele.

Solun bazı kesimleri de buna katıldı. Cumhuriyetçilerin kitlesel reddiyle kıyaslandığında istatistiksel olarak önemli değiller. Ve aslında gördüğüm son araştırma Cumhuriyetçilerin yüzde 50’sinin aşı olmayacağını söylediğini gösterdi. Yani mesele sadece ülkenin reddetmesi değil -büyük ölçüde bir Cumhuriyetçilik meselesi.

Bu çok ciddi bir sorun. Idaho ve Alabama gibi Cumhuriyetçi bölgelerdeki hastaneler COVID vakalarının yükü altında eziliyor. Bazı eyaletler, yatakları olmadığı için hastanelerde rutin hizmetleri sonlandırdı.

Çok ağır olan toplumsal bedelin dışında, insanları tehlikeye atıyorlar. Aşısızlar diğerlerini tehlikeye atıyor. Henüz aşılanamayan çocuklar için büyük tehlike oluşturuyorlar. Çocukların hiçbir koruması yok. Hatta aşılıları bile tehlikeye atıyorlar. Yani, aşılar çok etkili ama yüzde 100 değil. Dolayısıyla, aşılıları da tehlikeye atıyorlar. Bunun da ötesinde, belki de daha da korkunç varyasyonlara yol açacak şekilde, virüsün serbestçe mutasyona uğrayacağı bir havuz yaratıyorlar. Bu varyasyon kontrol ve tedavi edilemez bir salgın olabilir.

Bunu neden yapıyorlar? Özgürlük mü? Böyle bir özgürlük yok. Canınız öyle istediği ve engellenmeye katlanamadığınız için kırmızı ışıkta geçmenize izin veren bir özgürlük yok. Hiç kimse hiçbir zaman böyle bir özgürlük talebinde bulunmamıştır. Bu saçma. İnsanlara zarar vermek mi istiyorsun? Tamam. Git bir yerde bir arsa bul, üzerine yerleş, hükümetten hiçbir şey alma ve hiçbir sorumluluk üstlenme. Bütün bu liberal şey tam bir saçmalık.

Ayrıca eskiden aşı zorunluluğu vardı ve çok katıydı. Aşısız çocuğunuzu okula yollayamazdınız ve bu doğruydu. Neden başka çocukları tehlikeye atabilesiniz? Bu zorunluluk uzun bir süre yürürlükteydi. Artık gerçek zorunluluklar yok. “Zorunluluk” olarak adlandırılan şeyin bir alternatifi var: Her hafta ya da iki haftada bir test olmayı kabul edebilirsiniz. Bunun ağır bir toplumsal kargaşanın belirtisi olduğunu düşünüyorum –azgınlaşan bir tarafın toplumsal çöküşü.

Oryantalizm üzerine klasik kitabının 25’inci yılının önsözünde Edward Said şunları yazdı: “Her imparatorluk resmi söyleminde kendisinin diğerlerine benzemediğini, kendi koşullarının özel olduğunu, kendisinin aydınlatma, uygarlaştırma, düzen ve demokrasi getirme misyonu taşıdığını ve ancak son çare olarak güce başvurduğunu söylemiştir. Ve daha da üzücü olanı, en son medeniyet getirme misyonunun yarattığı yıkıma, felakete ve ölüme tanıklık eden kendi gözlerimize güvenilemezmiş gibi, yararlı ve fedakar imparatorluklar hakkında yatıştırıcı sözcükler dillendirmeye gönüllü bir aydınlar korosu hiç eksik olmadı.”
Birleşik Devletler de Afganistan, Irak ve başka yerlerde Said’in yazdıklarını mı tekrarladı?

Said kesinlikle haklı. “Amerikan istisnacılığı” denilen şey iki açıdan yanlış. İlki, bizi istisna kılan şeylerle ilgili iddialar kolaylıkla çürütülür. İkinci olarak, bunda istisnai bir şey yok. Tüm diğer büyük güçlerde de durum aynıydı.

Fransa resmi olarak Cezayirlileri “yok etmekle” meşgulken, Fransız aydınları Fransa’nın uygarlık getirme misyonunu övüyordu. İngiltere, Hindistan’da en kötü katliamlarını yaparken –eğer öyle bir şey varsa, saygın bir entelektüel olan- John Stuart Mill bu konuyu yazıyordu. Olup biten her şeyi biliyordu. Bunlar olurken Doğu Hindistan Şirketinde görevliydi: Hint ayaklanmasını bastıran devasa katliamlar, İngiltere’nin afyon ticareti tekelini büyütebilmesi için Hindistan’ın daha geniş bölümlerini işgal etme ve teslim alma hamleleri. Afyon ticareti ise Çin’e zorla girmek ve onu yok etmek için gerçekleştirilen tarihteki en büyük uyuşturucu kaçakçılığı ticareti ve İngiliz servetinin önemli bölümünün kaynağıydı. Bunlar olurken John Stuart Mill müdahale üzerine, hukuk okullarında müdahale karşıtıymış gibi okunan bir makale yazdı.

Ama bunu okuduğunuzda, söylediği şeyin İngiltere’nin başkalarının anlayamayacağı kadar meleksi bir güç olduğunu söylediği ortaya çıkıyor. Bize küfürler savuruyorlar. En üstün hedeflere bağlılığımızı algılayamayacakları kadar insan ırkının üzerinde olduğumuzdan, bizim farklı amaçlar için çalıştığımızı düşünüyorlar. Hindistan’a, barbar Hindistan’a medeniyet getirmek de bu amaçlardan biri. Ve Çin’e girebilmek için afyon tekelimizi genişletmek amacıyla bunu onların ağzını burnunu dağıtarak, öldürerek ve fethederek yapmak bizim sorumluluğumuzdur. Bu kısmı o değil ben ekledim. Ama bunun olduğunu biliyordu. Tamam, ama karşınızdaki kişi John Stuart Mill –bir sağcı değil, insan aydınlanmasının zirvesi.

Daha devam edebiliriz. Atilla döneminin kayıtları olsaydı muhtemelen aynı şeyi görürdük. İnsanlık tarihinde bir istisna bulmak için çok uğraşmanız gerekir. Ve aydınların rolü de bunu övmek, ne kadar harika olduğumuzu söylemektir. Ah, belki bazı hatalar yapmışızdır. Önünde sonunda, herkes hata yapabilir. Ama temelde, en üstün iyiliğe sadıktık.

Alın size bir örnek: Sene 1975, Vietnam savaşının sonu. Her büyük ismin onunla ilgili bir makale yazması gerekiyordu. O makaleleri inceledim. Oldukça ilginçler. Şahinlerden güvercinlere kadar geniş bir yelpazeye yayılıyorlar. Şahinler “Sırtımızdan hançerlendik. Barış hareketi bizi öldürdü. Daha sert savaşabilseydik kazanabilirdik” diyordu. Bunlar sağda –bu ilginç değil. İlginç olan ise sözde sol. Ana akımda her yerde görebileceğiniz kadar güçlü bir savaş karşıtı ses olan Anthony Lewis karşınızda. New York Times’a yazdığı makalede savaşın “iyilik etmek için sarsak çabalarla” başladığını yazdı. Bunların iyilik yapma çabaları olduğunun kanıtı ne? Hayır, bu bir aksiyom. Bunlar “iyilik yapma” çabalarıydı çünkü biz yapmıştık. Sarsak mı? Tamam, işe yaramadı. Dolayısıyla, tanım gereği iyilik yapmak için sarsak çabalarla başladı.

Ama 1969’da tam bir felaketti. Kabul edebileceğimiz bir bedelle Güney Vietnam halkına barış götüremedik. Solun en uç eleştirisi budur. Biz barış götürmek için mi uğraşıyorduk? Bunun yine tanım gereği doğru olduğunu tartışmamız gerekmez. İyilik yapma çabası mıydı? Tanım gereği öyleydi çünkü biz muhteşemiz. Tek sorun bedelinin çok yüksek olması mı? Ehh, başka sorunlar da düşünülebilir. Alman savaş suçlularının Nuremberg’de asıldığı II. Dünya Savaşından bu yana en kötü saldırganlık suçu olabilir mi? Ehh, öyle olsa da öyle olamaz.

Aynı esnada ABD kamuoyunda örnekleme yapılıyordu. Asıl yoğun çalışmalar, dışişleri konusunda düzenli olarak kapsamlı kamuoyu araştırmaları yapan Dış İlişkiler Konseyininkilerdi. 1975’de pek çok soru sordular. Bunlardan biri “Vietnam’daki savaş hakkında ne düşünüyorsunuz?” idi. Aşağı tabakanın yüzde yetmişinin savaşın bir hata değil, toptan yanlış ve ahlak dışı olduğunu söylediği ortaya çıktı. Çıplak bir yüzde yetmiş.

Yaklaşık 15 yıl boyunca bu soruyu sormaya devam ettiler ve yaklaşık aynı cevabı aldılar. Sonunda araştırmanın başkanı olan, iyi bir liberal siyaset bilimci kendisine şu apaçık soruyu sordu: “Neden bu cevabı veriyorlar?” Ve yanıtı da kendisi verdi: “Bunu söylüyorlar çünkü çok fazla Amerikalı öldü.” Belki. Belki de savaşın toptan yanlış ve ahlak dışı olduğunu düşündükleri için söylüyorlardı.

Bunu soru sorarak bulmanın bir yolu olabilirdi, ama yapamazsınız çünkü onların yalnızca bunun bize maliyetiyle ilgilenen liberal güvercinler gibi olmaları gerekir düşüncesi aksiyomatiktir. Öyle olmalıydı. Başka ne olabilir ki? Bilmiyoruz. Pek çoğunun bunun toptan yanlış ve ahlak dışı olduğunu düşündüklerinden ama tartışmaya girmediklerinden şüpheleniyorum.
Böyle bir şey söylemişseniz, John F. Kennedy ve Lyndon B. Johnson’ın ulusal güvenlik danışmanı McGeorge Bundy’nin Foreign Affairs’de yazdığı gibisinizdir. Evet, bazı hatalar yaptık, bazı şeyler yanlış gitti ve bunlar tartışılmaya değer. Sonra “siyasi kanatlarda vahşi insanlar” olduğunu söyledi; sizin gibi, benim gibi insanlar. Bunun hatalı taktikler olmadığını, daha da kötü bir şey, bir suç olduğunu söyleyen siyasi kanatlardaki vahşi insanlar. Bu insanlar o kadar delidir ki onlarla konuşamazsınız bile. Onlar siyasi kanatlardaki vahşi insanlardır. Sorunun yanıtı da budur.

Diğer tüm büyük toplumlar aşağı yukarı aynı şeyleri yaptı. Amerikan istisnacılığı diye bir şey yok. ABD sadece başka büyük güçlerin ve onların şiddet ve terörünün bir tekrarıdır. İnsanlar “sonsuz savaşlardan” söz ediyor –Birleşik Devletlerin sonsuz savaşı 1783’de başladı ve o zamandan beri hiç durmadı.

İngiliz boyunduruğu kalkar kalmaz sömürgeciler göreve başladı. Thomas Bailey’in önde gelen diplomatik tarihlerinden biri, sömürgecilerin “ağaçları ve Kızılderilileri devirme” ve doğal sınırlara kadar yayılma misyonunu gerçekleştirmeye koyulduğunu söyler. Oldukça dürüst. Ağaçları ve yerlileri devirmeye ve doğal sınırlara genişletmeye dönmemiz gerekiyordu. Bu, Kızılderili uluslarına saldırma ve istila etme, onları imha etme, parçalama, anlaşmaları bozma ve yüzyılın sonuna kadar süren soykırım saldırıları anlamına geliyordu. Bu arada, Başkan Ulysses S. Grant’ın tarihteki en “rezil savaşlardan” biri olarak adlandırdığı olayda Meksika’nın yarısını ele geçirdiler. Bu kesinlikle bir saldırganlık savaşıydı. Şu anda yaşamakta olduğum Arizona; Kaliforniya; Hawaii’yi zorla ve kurnazlıkla sakinlerinden çalmak; bir sonraki adımda Filipinleri istila etmek, birkaç yüz bin insanı öldürmek ve sonra müdahale, şiddet, terör ve saldırganlığa geçmek. İşte Amerikan istisnacılığı budur. Ve istisna değildir.

Diğer büyük emperyalist güçler de aynı şekilde ya da daha beter davrandı. Atamız İngiltere’yi ele alalım. İngiltere’nin serveti nereden geldi? Korsanlık. Elizabeth döneminde İngiliz korsanları külçe altınları çalmak için açık denizlerde İspanyol gemilerini soyuyordu. Bu, ölüm cezası gerektiren bir suçtu. Bu, büyük kahraman Sir Francis Drake idi. İngiliz sermayesinin büyük bölümü budur. Sonra köleliğe, insanlık tarihinin en kötü köleliğine geçti. İlk Sanayi Devriminin yakıtı pamuktu. İngilizler onu şeker, çay ve tütünle birlikte sömürgelerinden, ardından da Güney Amerika’dan aldılar. Mısır’ı fethetmelerinin nedenlerinden biri daha fazla pamuk elde etmekti. Kölelikten sonra uyuşturucu trafiği geldi. Sözünü ettiğim nedenlerle, on dokuzuncu yüzyılda uluslararası ticaretin başlıca mallarından biri afyondu. İngiliz serveti işte budur.

Fransa’ya bakın. Fransız servetinin tahminen yüzde yirmisi Haiti’deki ahlaksız, canice kölelikten geldi. Haitililer sonunda özgürlüklerini kazandığında Fransa elbette mallarını kaybeden insanları tazmin ederek onlara teşekkür etti! Bunun bedeli ise özgür kalmaya cüret etmenin karşılığı olarak Haitililerin Fransızlara ödeyecekleri bir borçtu -1940’lara kadar kapanmayan bir borç. Geçenlerde, sanırım başkanlığını solcu Régis Debray’ın yaptığı bir Fransız komisyonu Fransa’nın bu konuda bir şeyler yapması gerekip gerekmediğini tartışıyordu. “Hayır, hiçbir sorumluluğumuz yok” sonucuna vardılar.

Uygarlaştırma misyonu budur.

Almanya’ya bakın. Yirminci yüzyılın ilk soykırımlarından bazıları Afrika’da, Namibya’da. İtalya’ya bakın. Yüzyılın başlarında Libya’da ve 1920’lerin sonlarında yine Libya’da bir başka soykırım. Etiyopya’nın işgali. Bunu, Libya’dan kaçan insanları ya kaçtıkları yerde sefalete ya da Akdeniz’de ölüme zorlayarak telafi ediyorlar. Miraslarıyla böyle başa çıkıyorlar.

(Çeviri: Ayşen Tekşen) 

About Author

Ahmet

Ahmet

Related Articles

TÜM HABERLER