A3 Haber

Ece Temelkuran: Faşizme karşı mücadelede birleşebileceğimiz ortak bir zemine ihtiyacımız var

Ece Temelkuran: Faşizme karşı mücadelede birleşebileceğimiz ortak bir zemine ihtiyacımız var

Ece Temelkuran: Faşizme karşı mücadelede birleşebileceğimiz ortak bir zemine ihtiyacımız var
Ekim 25
08:47 2021

Avrupa’nın en büyük sanat merkezi kabul edilen İngiltere’deki sanat mekanları kompleksi Southbank Centre, yeni kitabı Together’ı  geçen yaz başında yayımlayan Ece Temelkuran’la bir söyleşi gerçekleştirdi. İki kez “Türkiye’nin en çok okunan siyasi yazarı” seçilen Temelkuran, bugün Londra Edebiyat Festivali’ne katılıyor. Festival öncesi Temelkuran’la görüşen Southbank Centre’ın bu söyleşisini Ayşen Tekşen Türkçeleştirdi.

Southbank Centre | İki kez “Türkiye’nin en çok okunan siyasi yazarı” seçilen Ece Temelkuran’ın gazeteciliği The Guardian, New York Times, New Statesman, Le Monde, ve Der Spiegel de dahil olmak üzere dünyadaki tüm yayınlarda yer buldu.

Bu yeterince etkileyici bir CV değilmiş gibi, Edinburgh Uluslararası Kitap Festivalinde Birinci Kitap seçilen Düğümlere Üfleyen Kadınlar romanı ve Yeni Avrupa Elçisi Ödülünü alan Turkey: The Insane And The Melancholy kitabıyla yazar olarak da başarıya ulaştı.

Kurgusal olmayan yazıya geri dönerek –ve Türk hükümetini eleştirdiği için Habertürk gazetesindeki görevinden uzaklaştırılmasından yararlanarak- 2019’da sağ popülizmin yükselişi üzerine “Bir Ülke Nasıl Kaybedilir: Demokrasiden Diktatörlüğe 7 Adım” adlı kitabını yayınladı.

Diğerlerinin yanı sıra Margaret Atwood’un da desteklediği “Bir Ülke Nasıl Kaybedilir”in başarısının ardından ikinci bir kitap yayınladı. “Hep Beraber: Daha İyi Bir Şimdi İçin 10 Seçenek” insanlığın erdemlerini ve dünyanın yüz yüze olduğu krizlerde “hep beraber” olma ihtiyacını yüceltiyor.

Temelkuran, 25 Ekim’de Londra Edebiyat Festivali’ne katılacak ve yazar ve televizyoncu Gaia Vince’le birlikte özel bir yayın etkinliğinde küresel zorluklar karşısında arkadaşlığın önemini tartışacak. Ama beraberlik üzerine düşüncelerini ve son projelerini duymak için o zamana kadar bekleyemedik ve onunla önceden görüştük…

Ne yazık ki küresel krizler ve yine ne yazık ki bölünme de yeni bir şey değil. Seni “Hep Beraber: Daha İyi Bir Şimdi İçin 10 Seçenek”i şimdi yazmaya yönelten şey neydi?

“Bir Ülke Nasıl Kaybedilir” üzerine konuşmak için dünyayı dolaşırken faşizm ve sağ popülizmin yükselişinin ve bu hareketlerin toplumsal ve özel hayatlarımıza uzanan dokunaçlarının daha önce hiç tanık olmadığımız bir ahlaki etki yarattığını gördüm. 24 saat boyunca haber içerikleri ve sosyal medya taarruzları yoluyla dünyanın dört bir yanından insanlığın en kötü haline maruz kalmak, içimizdeki en kötüler tarafından temsil edilmenin utancı insanları tehlikeli bir soru sormaya yöneltti: İnsan özünde kötü mü? Var olmayı bile hak etmiyor olabilir miyiz? Çeşitli ülkelerde kendi türümüze inancımızı topyekûn kaybettiğimizi gördüm. Topyekûn inanç kaybının faşizmin ahlaki üreme alanı olması da yeterince trajiktir.

Bunun aksine, mevcut ilerici siyasi söylemin duyguların politikasıyla ya da yaşanan siyasi krizlerin ahlaki hasarıyla başa çıkmak için yeterince iyi araçlara sahip olmadığını fark ettim. Sağ popülizm bir yükselmiş duygular politikasında serpilirken ve bu duyguları kitlesel olarak manipüle edebilirken biz ilericilerin bu konuda yeterince konuşmaması tuhaf değil mi? Yola çıktığım temel ikilem buydu. Bir Ülke Nasıl Kaybedilir’de yazdıklarım, harekete geçme yükümlülüğünün açıklamasıydı ama sonra insanların harekete geçmek için temel nedenden, yani insanlığa inanç ve hep beraber olma güdüsünden yoksun olduklarını gördüm.

Anavatanın Türkiye, hep birlikte olmanın önemi üzerine düşünceni ne ölçüde şekillendirdi?

Türkiye, İtalya ve Hindistan’la birlikte küresel siyasi kriz konusunda dönemecin ilerisindeydi. Siyasi ve ahlaki zalimlik manzarasının ilerici güçleri nasıl felç ettiğine ilk kez orada şahit oldum. Türkiye’de cehaletin en temel ahlaki mutabakatları bile silip süpürmek için nasıl örgütlendiğini ve toplu olarak harekete geçtiğini yaşadık. “Bütün bu zalimlik ve kötülük nereden çıktı?” sorusunu ilk kez Türkiye’de sordum. Oysa şimdi tüm dünya aynı soruyu soruyor. Ama şimdi gezegene yaptıklarımızla ve hayatta kalabilmek için olası seçeneklerimizle yüzleşmek durumunda da olduğumuzdan bu daha da zor bir soru haline geldi. Hayatta kalma ahlakı hep beraber olmayı savunmayı daha da zorlaştırıyor –özellikle de kurtlar sofrası zihniyeti yeni normal haline gelirken.

Arkadaşlıklarımız, örneğin eşitsizlik gibi gerçekten kemikleşmiş meseleleri ele almaya başlamamıza nasıl yardımcı olabilir?
Aristo’dan bu yana arkadaşlık meselesi felsefede tartışılagelmiştir. Arkadaşlığın siyasi bir ilişki olarak tartışılması da oldukça geriye, en azından Derrida’ya uzanır. Bu meseleyi canlandırmak ya da daha doğrusu arkadaşlık aracılığıyla siyasi sorumluluklarımızı yeni bir çerçeveye oturtmak istedim.

Dünyada çok fazla acı olduğu ve tanıklar olarak bizlerin uyuşukluk hissine kapılmadan ancak bu kadarına tanıklık edebileceğimiz anlamında, “şefkat yorgunluğu” diye çok popüler bir kavram var. Bu yorgunluğun başkalarının yaşadığı acıyla gerçek anlamda bağ kurmaktan geri durduğumuz zaman ortaya çıktığına inanıyorum. Ötekinin ıstırabıyla bağlantımız, yerine getirilmemiş bir ahlaki sorumluluğun suçluluğuna dönüşüyor. Diğer insanlarla bağımız sadece bir sorumluluk değil de arkadaşça bir sevgi niteliğinde olduğunda onların sıkıntısını paylaşmak o kadar yorucu olmaz.

Burada ille de eşitsizlikten değil ama Afganistan gibi diğer trajedilerden söz ediyorum. Benim sorum şu: sahip olduğumuz tüm bu iletişim araçlarına bakıldığında, Kabil’deki kadınlarla arkadaş olmak hiç mümkün değil mi? Gezegendeki her on kişiden birinin Afganistan’da bir arkadaşı olduğunu ve bu insanların küresel bir tepki oluşturmak, müdahil olmaları için hükümetlerimiz üzerindeki baskıyı arttırmak amacıyla Afgan kadınlarının sesini yükselttiğini hayal edin. Belki de her şey farklı olurdu. En başta, bir sorumluluğu yerine getirmekle kalmamış, arkadaşlara yardım etmiş olurduk. Bu uyuşukluğu yaşamak için kendimizi zorladığımız her seferinde hırpalanıp duran kendi onurumuzu da geri kazanırdık. Öte yandan, eşitsizliğin ille de arkadaşlık değil onur ve adalet kavramıyla ele alınması gerekir.

Yetişkinler olarak bizlerin kendi dünya görüşümüzü ya da doğru ve yanlış algılarımızı paylaşmayan insanlarla anlamlı ilişkiler kurmasını mümkün görüyor musun?

Bunun yerine şunu sorardım: “Dünya görüşümüzü paylaşan insanlarla gerçekten arkadaş mıyız?” Bu çağda baştan ayağa yeni bir iletişim haliyle karşı karşıyayız. Bu yeni iletişim alanı bize eşitler olarak insanlarla bağlantı kuracağımız bir agora olarak satıldı ama siyasetimiz ve kâr odaklı iletişim şirketlerimiz sayesinde agora artık dikkat çekmek için savaştığımız bir arenaya dönüştü. Arkadaş ya da olası arkadaş kabul ettiklerimizle bile yakın ve dürüst olmak Sydney Pollack’ın “Atları da Vururlar” filmindeki dans pistinde olmak gibi değil mi?

İnsanı tüketen bu bitmek bilmez meydan muharebesi benim Hep Beraber’i yazma nedenim, çünkü ilericiler arasında bile kendi baskın kişisel dünya görüşlerimiz bizi kolaylıkla müttefikimiz olabilecek insanlardan ayırmaya devam ediyor. Faşizme karşı mücadelemizde birleşeceğimiz ortak bir zemine ihtiyacımız var. Bu genelde pekâlâ mümkün. Söz konusu kişi adanmış bir faşist olmadığı sürece, dost olamasak bile en azından dostane olabiliriz.

Sence sosyal medya hizipçiliği ne ölçüde körükledi ve ne ölçüde insanların bir araya gelme yollarından biri olabilir?

Her şey fiziksel dünyadaki siyasi iklime bağlı. Tahrir’de, Gezi’de ve yakınlardaki “Siyahların Hayatı Önemlidir” küresel protestolarında ya da Hong Kong’daki direniş hareketinde sosyal medyanın bir harekete geçirme aracı olarak kullanılabildiğini gördük. Ama sonrasında günümüzün en büyük sorunlarından biri aynı platformlarda öfkenin aşırı biçimde ifade edilmesidir. İnsanlar binlerce yıldır isyan etmek ya da kitlesel adalet talebine enerji oluşturmak için öfkeye güvendi; öfke bizim en önemli harekete geçirme aracımızdı. Ancak, günümüzde öfke, sosyal medya şirketlerinin etkileşim ve katılım oluşturmak için kullandığı bir meta.

Dolayısıyla, daha önce bilmediğimiz iki güçlükle karşı karşıyayız. Bir, iktidardakilerin kâr garantili bir meta olarak seçtiği öfkeye güvenemeyeceksek toplumsal hareketlerin motivasyonunu nasıl oluşturacağız? İki, ilerici hareketler arasında bölücü bir güç haline geldiğinde öfkeyi nasıl ele alacağız? Çünkü bu oluyor. Tıpkı kuşatma altındaki bir kalede sıkışan insanlar gibi, kendimizi yenilmiş hissettikçe öfkemizi birbirimize yönlendiriyoruz.

Bu kitabı yazma süreci kendi arkadaşlıklarını ve insani bağlantılarını yeniden değerlendirmene yol açtı mı? Kendi dünyan onu yazmaya başladığın zamandan faklı görünüyor mu?

Dürüst olmak gerekirse, evet. İlle de kendi arkadaşlıklarımı yeniden değerlendirmedim ama araçlarını yeni iletişim teknolojilerinin sağladığı kökten tevazuu uygulamaya karar verdim. Bu yeni çağda sahne, mikrofon ya da spot ışıkları yok. Belki de insanlık tarihinde ilk kez, tüm dünya hakikaten bir sahne ve hepimiz aktörleriz. Dolayısıyla, konuşmaktan çok dinlemeye karar verdim. Dinlemek derken, arkadaşlığın nihai adaletin uygulandığı alan olduğunu akılda tutarak, bir arkadaş olarak dinlemeyi kastediyorum. Şimdilerde yaptığım şey bu.

Yakınlarda “Şimdi İçin Mektuplar” diye yeni bir proje başlattın. Biraz anlatır mısın?

Aslında hepsi o “arkadaşça dinlemek” fikrinden çıktı. Çünkü bugün eksikliğini duyduğumuz şey konuşma araçları değil. Buna karşılık, insanlar dinlenmedikleri düşüncesinden yorgunlar. Şimdi İçin Mektuplar, çağımızın ahlaki ve politik sorunlarıyla samimiyetle ilgilenen insanlarla, dijital alanın çıldırtıcı gürültüsünden uzakta mütevazı bir mahalle yaratma çabamdan ibaret.

Temel sorumuz “21. Yüzyılda insan nedir?” ve haftalık olarak mektuplaşıyoruz. Ben kişisel ve siyasi konularda yazıyorum ve mektup arkadaşlarım da aynısını yapıyor. Aylık Zoom buluşmalarımız da var. Buluşmalar ve mektuplar hem İngilizce hem de Türkçe dillerinde yapılıyor ve üyelerin birbirlerini görebilmeleri için artık bir Instagram (@lettersfromnow) hesabımız da var. Bu, kamusal bir mesele olarak arkadaşlık kurma, topluca arkadaş olup olamayacağımız sorusunu ele alma çabası doğrultusunda benim, bizim girişimimiz. Şimdilik her şey yolunda.

Sanırım Kazablanka filmi gibi bir şey yapıyoruz. Hepimiz küskün Rickleriz ama birbirimize kim olduğumuzu ve neler yapabileceğimizi hatırlatarak, birbirimiz için İlsalar olmaya çalışıyoruz. Neticede bu mektuplar “güzel bir arkadaşlığın başlangıcı.”

Bu yıl Londra Edebiyat Festivalinin odak noktası arkadaşlık olduğundan, arkadaşlık temalı ya da özünde arkadaşlık olan favori bir kitabın var mı?

Nikos Kazancakis’in Zorba’sı. Kitap, bugün çok ihtiyacımız olduğuna inandığım, ötekinin dünyasını keşfetmenin yolu olarak arkadaşlık söz konusu olduğunda birçokları için ilham verici olabilir.

(Çeviri: Ayşen Tekşen) 

About Author

Ahmet

Ahmet

Related Articles

TÜM HABERLER