A3 Haber

İçme ve kullanma suyu krizine doğru “Kokusuz Ütopya”: Daha az kokmak için savaşmak zorunda kalmak…

İçme ve kullanma suyu krizine doğru “Kokusuz Ütopya”: Daha az kokmak için savaşmak zorunda kalmak…

İçme ve kullanma suyu krizine doğru “Kokusuz Ütopya”: Daha az kokmak için savaşmak zorunda kalmak…
Ağustos 29
11:50 2022

Sosyolog Pierre Bourdieu’nun öğrencisi de olan kuramsal fizikçi, gazeteci-yazar Marco d’Eramo, New Left Review’e yazdığı analizde, küresel iklim krizine ve bununla bağlantılı olarak içme ve kullanma suyu krizine dikkat çekerek, “Kokusuz ütopya” kavramını ortaya attı. Musluk suyunun sosyal ve jeopolitik tarihini de ele alan yazar, “Orta Avrupa düzlüğünün olası çölleşmesiyle birlikte, bir zamanlar yüksek yağışı ve su altyapısıyla ünlü bölgelerde bile su savaşları gerçek bir olasılık haline gelecek. ‘Zengin ülkelerin’, ‘sanayileşmiş ulusların’, ‘daha gelişmiş güçlerin’ vatandaşları olan bizler daha az kokmak için savaşacağız” diyor… Marco d’Eramo’nun bu çarpıcı analizini Ayşen Tekşen çevirdi.

Avrupa’da yalnızca Ukrayna’dan değil ama iklim cephesinden de savaş bültenleri geliyor. Yüzden fazla belediyede artık içme suyu olmadığından, Fransız hükümeti 101 idari bölgenin 62’sinde çimlerin sulanmasını ve arabaların yıkanmasını yasaklayarak su kullanımına sert önlemler getirdi. Nehirlerdeki suyun yetersizliği nedeniyle Rhône ve Garonne nükleer santralleri de üretimi düşürdü. İtalya’da hükümet 20 bölgenin beşinde olağanüstü hal ilan ederken, ülkenin en büyük akarsuyu Po’nun kuruması nedeniyle nehir yatağında İkinci Dünya Savaşı bombaları bulundu. Almanya’da Rhine nehrinin seviyesi o kadar düştü ki Avusturya’da Hollanda’ya 100 kilometre boyunca düzenli sefer yapan mavnalar karaya oturmamak için kargo ağırlığını 3 bin tondan 900 tona düşürmek zorunda kaldı ve çok geçmeden nehrin yük trafiği için kullanılmaz hale gelmesi bekleniyor. İngiltere’de kayıtlı verilere göre ilk kez Thames nehrinin kaynağı kurudu ve nehir beş mil daha aşağıdan akmaya başladı. İspanya’da Katalonya, Galiçya ve Endülüs’te su tüketimine kısıtlamalar getirildi.

Bunların hepsi uyarı işaretleri. Bereketli bir kaynak ve evrensel bir hak olarak su düşüncesi birkaç yüzyıl içinde hayal bile edilemez hale gelebilir. Sözde gelişmiş dünyada bile tuvaletler, yemek pişirme, kişisel hijyen, çamaşır ve bulaşık için ev içi şebeke suyunun bir yüzyıldan kısa bir süre öncesinden başlayan çok yeni ve kısa ömürlü bir görüngü olduğunu unutmak kolay. 1940’da ABD’deki hanelerin yüzde 45’inde sıhhi tesisat yoktu; 1950’de İtalya’daki evlerin yalnızca yüzde 44’ünde dâhili ya da harici tesisat vardı. 1954’de Fransa’daki evlerin yalnızca yüzde 58’inde musluk suyu ve yalnızca yüzde 26’sında tuvalet mevcuttu. 1967’de İngiltere ve Galler’deki evlerin yüzde 25’inde hâlâ bir banyo ya da duş, evin içinde bir tuvalet, lavabo ve sıcak-soğuk su muslukları yoktu. 2012’de Romanya’da nüfusun yüzde 36’sı kendi hanelerine özel bir sifonlu tuvaletten yoksundu (2021’de bu rakam yüzde 22’ye indi).

Evsel şebeke suyuna erişim, bireyin kişisel servetine ve ulusunun zenginliğine göre değişir. Batı Avrupa ve ABD’nde şebeke suyu donanımlı tuvaletlere sahip evlerin oranı yüzde 99’u geçerken bazı Afrika ülkelerinde bu oran 1 ila 4 arasındadır: Etiyopya 1.76%; Burkina Faso 1.87%; Burundi 2.32%; Uganda 2.37%; Çad 2.50%; Nijer 2.76%; Madagaskar 2.83%; Mozambik 2.87%; Mali 3.71%; Ruanda 3.99%; Kongo 4.17%. Bu ülkelerde tuvalet bir sınıfsal statü göstergesidir; Etiyopya’da 56 evden ancak birinde tuvalet vardır. Veriler bazı sürprizler de içerir: Bangladeş’te (yüzde 35) Moldovya’da (yüzde 29) olduğundan fazla tuvalet vardır, Hindistan Güney Afrika’yla kabaca aynı durumda (yüzde 44 ve yüzde 45) ve Azerbaycan’ın (yüzde 40) hemen önündedir. Bağdat’ta sifonlu tuvalete sahip evler yüzde 94,8 iken Kabil’de yüzde 26 ve bütün olarak Afganistan’da yüzde 13,7’dir.

Musluk suyunun sosyal ve jeopolitik tarihini geriye doğru izlemek mümkün. Şebeke suyunun yaygın erişilebilirliği iki temel etmenin sonucuydu: 1) gezegen çapında bu dev girişim için gerekli olan boru hatlarını ve arıtma tesislerini sağlayan sanayi devrimi ve 2) şehirleşme çünkü bir dizi birbirinden uzak kulübelere musluk suyu getirmenin yüksek nüfus yoğunluğuna sahip merkezlere getirmekten çok daha pahalı ve karmaşık olduğu gayet açıktır. Kentleşme, önce sanayi devrimiyle ve sonra da yeni gelen yurttaşlar için musluk suyuna erişilebilirlikle canlandı. Bu, çağdaş uygarlığın en önemli ve en özgün özelliklerinden biri olabilir. Çünkü yarattığı şey bir kokusuz toplum ütopyasıydı. Musluk suyunun yaygınlaşması olmasaydı bu mümkün olmazdı ama beşeri yerleşimi kokusuz kılma şeklinde giderek güçlenen istek ona ivme kazandırdı. Yirmi birinci yüzyılda artık atalarımızın aldığı kokuları almıyoruz.

Alain Corbin The Foul and the Fragrant (1988) adlı kitabında şunları sorar: “Kokuya karşı bu daha da özenli bir biçimde tetikte olma halinin anlamı ne? Bastırılmış koku ortamımıza itici gelen her şeyin kokusunu gidermeye yönelik bu gizemli ve telaş uyandıran strateji nereden kaynaklandı? Söz konusu kapsamlı antropolojik dönüşüm hangi aşamalarla gerçekleşti?” Bu soruların en isabetli yanıtını H2O and the Waters of Forgetfulness (1986) adlı harika kitabında Ivan Illich verir ve bize Versailles koridorlarından dışkıların haftalık olarak kaldırılmasını emreden kararnamenin çıkarılmasının XIV. Louis’in son yıllarını bulduğunu hatırlatır. Kokuları giderme projesi bu dönemde başladı. Illrich diyor ki:

Koku alma yeteneği şehirlerin soluğunu tanımlamanın tek yoluydu. Ozmologlar (koku bilimciler) “havayı” ve pis kokulu malzemeleri mantar tıpalı şişelerde topladılar ve daha sonra onları sanki kaliteli şaraplarmış gibi açarak görüş alışverişinde bulundular. On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Paris’in kokularına odaklanan bir düzine bilimsel tez yayınlandı… Yüzyılın sonuna doğru, koku giderme ideologlarının öncüleri, beden atıklarına yönelik sosyal tutumların değişmesine yol açtı. Yüzyılın ortalarında, tarihte ilk kez dışkılama sekse özel bir etkinlik halini aldı. Yüzyılın sonunda Marie Antoinette’in dışkılamasını mahrem kılan bir kapısı oldu. Dışkılama eylemi mahrem bir işleve dönüştü. Yalnızca dışkının değil vücudun da kötü kokular yaydığı keşfedildi. O zamana kadar kişiyi sıcak tutmaya ya da çekici kılmaya hizmet eden iç çamaşırları terin giderilmesiyle özdeşleştirilmeye başlandı. Üst sınıflar onu daha fazla kullanmaya ve daha sık yıkamaya başladı ve Fransa’da bide moda oldu. Yatak takımları ve bunların düzenli olarak yıkanması yeni bir önem kazandı ve kişinin çarşaflar arasında kendi yatağında uyumasına ahlaki ve tıbbi bir önem yüklendi… 15 Kasım 1793’de devrimci sözleşme insan haklarının bir parçası olarak her insanın kendi yatağına sahip olması gerektiğini resmen ilan etti.

Böylece, kokusuz olmak bir statü simgesi haline geldi:

Kokmak artık sınıfa özgü olmaya başlamıştı. Tıp öğrencileri yoksulların belli bir yoğunlukla koktuğunu ve ayrıca kendi kokularını da fark etmediklerini gözlemledi. Sömürge görevlileri ve misyonerler vahşilerin Avrupalılardan farklı koktuğunu belirten raporlarla geri döndüler. Samoyedler, Zenciler ve Hottentotlar, ne diyet ve ne de daha özenli yıkanmayla değişmeyen kendi ırksal kokularıyla ayırt edilebilirdi.

Doğal olarak, sömürgeleştirilmiş halklar şebeke soyundan, sabundan ve sifonlu tuvaletlerden mahrum bırakıldığı ölçüde bu mit kendi kendini doğrulayacaktı. Alt sınıflar da kokmaya ve tiksinti uyandırmaya başlamıştı. Illrich sözlerine şöyle devam eder:

Eğitim yavaş yavaş temizliğe özen gösteren yeni bir bireycilik duygusu şekillendirdi. Yeni birey, kendini ayırt edici niteliklerin olmadığı bir alanda yaşamak zorunda hissetti ve başka herkesin kendi teninin sınırları içinde kalmasını bekledi. Aurası fark edildiğinde, bundan utanmayı öğrendi. Özünün kokusunun alınabileceği düşüncesi onu mahcup ve başkalarının kokması ise hasta etti. Kokmaktan utanma, kökü kokulu bir ortamdan gelmekten mahcup olma ve koku karşısında rencide olma şeklindeki yeni eğilimin bir araya gelmesi insanı yeni bir uzama yerleştirdi.

Bu koku nötrlüğü idealini gerçekleştirmek giderek artan miktarda su gerektiriyordu. İkinci Dünya Savaşından önce haftada bir kez yıkanmak bir hijyen paranoyası kabul edilirdi. Giysilerin daha sık temizlenmesi ancak çamaşır makinelerinin seri üretimiyle gündeme geldi. 1970’lerin Londra’sını hatırlıyorum: Metroda memurlar çıkarılabilir manşetleri ve yakalarıyla ayırt edilirdi ve ilki düzenli olarak değiştirilirken ikincisi bir hafta boyunca takılmaktan grileşirdi. Evlerinde kaldığımız aileler özel bir sıcak su sayacına bozuk para atmamızı isterdi: kahvaltı fiyata dâhil olsa da duş değildi.

Şimdi ise kokusuz insanlık ütopyası gezegenin önemli bölümünü ele geçirdi. Ama modernitenin pek çok yanında olduğu gibi, bir amaca ulaşmanın araçlarını edindiğimiz an, ona olanak sağlayan koşullar (yani, bol, sınırsız su varlığı) kaybolmuştu. Giderek kalabalıklaşan ve hızla ısınan gezegenimizin su kıtlığı çekilen ve su için çekişmeler yaşanan duruma geri dönmesi oldukça mümkün. Ancak bu gelecek tablosu önemli bir kültürel değişimle öne çıkabilir. Eskiden su kıtlığı kokularla mutlu yaşayabilen bir insanlık için geçerli iken şimdi başkalarınınki bir yana, kendi kokularını bile katlanılmaz bulan bir insanlık için söz konusu olacaktır.

Fragmanında şunların söylendiği H2O (2004) adlı Kanada TV dizisinin olağanüstü başarısından etkilendiğimi hatırlıyorum:

Ölü bir Başbakan. Kargaşa içinde bir ülke. Kanada’nın en değerli kaynağı su için bir savaş. ABD Dış İşleri Bakanıyla zorlu görüşmelerin arifesinde Başbakan Matthew McLaughin bir kazada vefat eder. Oğlu Tom McLaughlin babasının cenazesine katılmak için Kanada’ya döner ve halkı harekete geçirerek onu siyasete ve sonunda Başbakanlığa götüren bir anma konuşması yapar. Ancak babasının ölümüyle ilgili araştırma sonucunda bunun bir kaza olmadığının anlaşılması suikast ihtimalini arttırır. Kanıtlar, Kanada’nın en değerli kaynaklarından biri olan suyu satma amaçlı şok edici bir komployu ortaya çıkaran bir dizi olayı tetikler.

James Salzman’ın Drinking Water (2012) kitabında belirttiği gibi, “Amerikan askerlerinin su kaynaklarını yağmalamak için Kanada’yı işgal ettiği en heyecan verici bölümü” atlanmıştır. Su için bir ABD-Kanada savaşı! Şimdiye kadar, böyle çatışmalar Orta Doğu’daki yarı-çöl bölgeleri (Eyal Weizman’ın İsraillilerin Filistinlileri cezalandırmak ve kontrol altına almak için suyu kullanmasıyla ilgili yazısını düşünün) ya da (Mavi Nil üzerinde inşa edilen Rönesans Barajı konusunda Mısır, Sudan ve Etiyopya arasında örtülü çatışmada olduğu gibi) sıcak kuşak Afrika’yla ilgiliydi. Ama orta Avrupa düzlüğünün olası çölleşmesiyle birlikte, bir zamanlar yüksek yağışı ve su altyapısıyla ünlü bölgelerde bile su savaşları gerçek bir olasılık haline gelecek. “Zengin ülkelerin”, “sanayileşmiş ulusların”, “daha gelişmiş güçlerin” vatandaşları olan bizler daha az kokmak için savaşacağız.

***

Marco d’Eramo kimdir?

1947’de İtalya’da doğan Marco d’Eramo, kuramsal fizik alanında yüksek lisans yaptı ve Pierre Bourdieu ile Paris’te sosyoloji çalıştı. 32 yıldır düzenli olarak Il Manifesto gazetesinde yazarlık yapan d’Eramo’nun The pig and the skyscraper, Il selfie del mondo adlı kitapları vardır. Taz, New Left Review ve MicroMega için yazıyor ve Roma’da yaşıyor.

D’Eramo, 2016’da Lettre International dergisinde 2017’de Türkiye’de yapılması planlanan referandum hakkında çok şüpheci olduğunu ifade etti ve Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin Mussolini’nin yönetim modeli ile bir karşılaştırmasını yaptı.

(Çeviri: Ayşen Tekşen) 

About Author

Ahmet

Ahmet

Related Articles

TÜM HABERLER