A3 Haber

Dimitar Bechev’in “Erdoğan Yönetiminde Türkiye” kitabı üzerine: Ne oldu?

Dimitar Bechev’in “Erdoğan Yönetiminde Türkiye” kitabı üzerine: Ne oldu?

Dimitar Bechev’in “Erdoğan Yönetiminde Türkiye” kitabı üzerine: Ne oldu?
Eylül 12
07:50 2022

Haziran 2022’de Yale Üniversitesi Yayınları etiketiyle yayımlanan Dimitar Bechev imzalı “Turkey Under Erdogan / Erdoğan Yönetiminde Türkiye” adlı kitap, ilgili çevrelerde ses getirdi. Kuzey Carolina Üniversitesi – Chapel Hill’deki Slav, Avrasya ve Doğu Avrupa Çalışmaları Merkezi’nde araştırma görevlisi olan Bulgar akademisyen Dimitar Bechev’in bu kitabına ilişkin bir değerlendirme de Kaya Genç tarafından Los Angeles Review of Books’da yayımlandı. Kaya Genç’in kitaba dair incelemesini Ayşen Tekşen Türkçeleştirdi…

Kaya Genç | Türkiye’nin demokrasisine ne oldu? Doğal nedenlerle mi öldü, yoksa cinayet miydi? İlerlemede bir yetersizliktenmiş gibi görünmüyor. Yeni seçilen siyasetçiler, Türkiye’nin korkunç insan hakları karnesini düzeltmiş ve iyileştirmişti. 2002 ile 2012 arasında kişi başına yurtiçi hasıla üç kattan fazla artarak 3 bin 600 dolardan 12 bin 600 dolara çıktı. New Yorklular ve Londralılar İstanbul’a akın etti ve Newsweek şimdi sadece olumsuz anılan “Havalı İstanbul” başlığıyla şehri kapak yaptı. Financial Times Türkiye’nin “Müslüman dünyasının diğer ülkelerine seküler bir demokraside İslami yönetim modeli” olarak gösterildiğini yazdı. George W. Bush, kendini kaptırarak “150 yıllık demokratik ve sosyal reformlarıyla ülkeniz diğerlerine örnek oluşturuyor ve Avrupa’nın daha geniş dünyaya uzanan köprüsü oluyor” dedi.

Türkiye artık insanların apaçık gerçeği –hükümetin giderek otokratikleştiğini- dillendirmek kadar basit nedenlerle hapse düşebildiği bir liberalizm-karşıtlığı el kitabı vakasına dönüştüğünden, bu sözler on yıl sonra ne kadar naif geliyor. Orta Doğuda bir demokrasi deneyi nasıl bu kadar yanlış gidebilir?

Atlantik Konseyi kıdemli üyesi olan Dimitar Bechev, Erdoğan Yönetiminde Türkiye: Bir Ülke Demokrasiden ve Batıdan Nasıl Uzaklaştı? (Turkey Under Erdoğan: How a Country Turned from Democracy and the West) adlı kitabını sokağa çıkma yasakları sırasında Kuzey Carolina’da yazmaya başladı ve yıllar önce “Türk olan her şeye kendini kaptırdığı” Oxford’daki St Antony’s College’da tamamladı. Bu bir buçuk yıllık çaba, on yıldan uzun süren “Türkiye hakkında araştırma, yazma ve düşünme” süreciyle desteklendi.

Bechev’in görünmeyenleri hızla kavramanızı sağlayan, istatistiklerle zenginleştirilmiş eseri, yalnızca hastalığı tanımlamakla kalmıyor, tedavi de öneriyor. Bechev’in hiçbir kişisel meselesi yok; eseri bir “Ben size demiştim” havası taşımıyor. Aksine, Türkiye’nin başkanlık sistemiyle simgelenen mevcut yörüngesinin bir çarpışmaya doğru ilerlediği sonucunu çıkardığında bile bakış açısı serinkanlı tarafsızlığını koruyor.

Hikaye, 1980’li yıllarda Turgut Özal adlı cüsseli bir siyasetçiyle başlar. Bechev, Margaret Thatcher’ın 1988 yılında Ankara’da bir yemek ziyafetinde yaptığı garip konuşmasını bulup çıkarır. Yakın zamanda yeniden seçilen Demir Leydi, “1987’nin seçimler için başarılı bir yıl olduğu açıktı. Bizimki Haziran’da ve sizinki Kasım’da yapıldı ve her iki taraf için de sonuç fazlasıyla tatmin ediciydi. İngiltere’de seçmenler benim Özalcı politikalarımı bütünüyle onayladı” dedi.

Thatcher, “girişime, inisiyatife, teşviklere ve insanlara peşinden gidecekleri bir şeyler vermeye” olan inançları için Özal’ı ve Anavatan Partisi’ni alkışladı. Eski bir Türkiye Devlet Planlama Teşkilatı çalışanı olan Özal, ithalat tarifelerinde büyük indirim yaparak, ticaret kotalarını kaldırarak, kamu iktisadi teşekküllerini özelleştirerek ve Türklerin bugüne kadar izlediği bir neoliberal ilke taslağı hazırlayarak Londra ve Washington’da alkışları topladı. Türkiye, onun yönetiminde Gümrük Birliği’ne üyelik başvurusunda bulundu ve sermaye hesabını serbestleştirdi. Özal reformları büyümeyi arttırmak ve yabancı sermayeyi çekmek suretiyle toplumun bazı sektörlerini zenginleştirdi. 1986’da Türk GSYİH’sı yüzde yedi artmıştı. Batının tüketim malları dükkanların raflarını doldurdu, yerel sinemalarda Türk filmlerinin yerini gişe rekorları kıran Warner Bros filmleri aldı ve Jurassic Park temalı Happy Meal’lar oyuncak hediyeleriyle bizi büyüledi. Brokerler, bankacılar ve milyarderler üne kavuştu; devlet ve kamu hizmetleri sönerken, görünüşte bunların tüm havası dindarlığa aktarıldı.

Özal bir yandan devlet gücünü simgelerken, diğer yandan altını oyuyordu. Anavatan Partisi liberaller, milliyetçiler, İslami muhafazakarlar ve sosyal demokratların aynı safa dizildiği, herkesi kapsayan bir partiydi. Toplumun geri kalanına zor bir miras bıraktı. Mali disiplinin yıkılması aşırı enflasyona yol açtı; hızlı büyüme ve artan tüketim hayranlığı yaygın yoksullukla sonuçlandı. Daha da kötüsü, Özal Latin Amerika tarzı presidencialismo konusunda kendisini uyaran eleştirmenleri göz ardı ederek Türk başkanlık sisteminin fikir babası oldu. Buna karşılık, Anavatan kalemşörleri Özal’ın inatçılığını cezbedici bir değer olarak pazarladılar.

2001 mali krizi Türkiye’nin kasalarını boşalttı. Ekonomik iflasın zirvesinde, bir ABD doları 688,000 liradan 950,000 liraya fırladı. Bundan yararlanan ise, kurucuları reform ve Avrupalılaşma yemini eden Adalet ve Kalkınma Partisi ya da AKP oldu. Yakın geçmiş, Osmanlılar ile İslamcılar arasında parantez içi bir laiklik dönemi anlamında Eski Türkiye olarak anılırken, AKP kutsal bolluk ve refah diyarı Yeni Türkiye’yi müjdeliyordu.

Popülist mesaj, 2002 Kasım seçimlerinde oyların yüzde 34.42’sini AKP’ye getirdi. Bechev, AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın 2004 yılında St John’s College’a gerçekleştirdiği ziyarette yaptığı “Avrupa Birliği’nin Neden Türkiye’ye İhtiyacı Var” başlıklı konuşmasıyla ilgili ibret verici bir anekdot aktarır. “Bir yanına Fransız-Yunanlı Avrupa siyaseti profesörü Kalypso Nicolaidis’i diğer yanına da Oxford’daki Türk araştırmalarının duayeni merhum Geoffrey Lewis’i alan kasıntı Erdoğan bu konuşmada, Avrupa değerlerini Ankara’nın değerleri haline getirmeye söz verdi.”  Verdiği mesaj umutluydu: Türkiye, “demokratik reformları uygulamak, ülkenin sorunlu geçmişinin hayaletleriyle yüzleşmek, insan haklarını geliştirmek ve ekonomik büyüme sağlamak için elinden geleni” yapıyordu.

Çok sayıda insan buna inandı. Yandaşlarına göre AKP, muhafazakar Türklerin Erdoğan’ı ve benzerlerini “kendilerinin bir parçası” olarak görmelerine yol açan “yeni bir soluk” olarak gelmişti. Ama onları diğer sağcılardan ayıran şey neydi? Bechev, Erdoğan’ın ünlü konuşmasını alıntılar: “Bu ülkede Beyaz Türkler olduğu gibi Zenci Türkler de var. Kardeşiniz Tayyip Zenci Türklerdendir.” Kutuplaştırıcı bize karşı onlar söylemi baştan itibaren mevcuttu.

AKP ilk döneminde Kürtçe eğitim yasağını kaldırdı, daha iyi sağlık hizmeti sağladı, altyapıyı geliştirdi ve eğitime erişimi arttırdı. Demokratikleşmeye zenginleşme eşlik etti. 2002 ile 2007 arasında Türkiye’nin GSYİH’sı ortalama yüzde 7.2 arttı. 2004’e gelindiğinde AB, üyelik müzakerelerini teşvik etmek için “şartlı ilerlemeyi” kabul ederek AKP’nin reform ajandasını ödüllendirmişti. İslamcı kökenli Başbakan Erdoğan ve kader arkadaşı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kendilerini Türkiye’yi Avrupalılaştırma görevini üstlenmiş olarak buldular. “2000’lerin sonunda doğru Avrupa’nın etkisinin aşamalı olarak zayıflaması” AKP’nin reformcu ruhunu ortadan kaldırırken, “parti, gücünü pekiştirmeye başladı.”

Muhafazakar oy tabanı büyüyerek (bugün, her sekiz Türk vatandaşından biri AKP’li), onların “doğal hükümet partisine” dönüşmesine yardımcı oldu. Türkler bunun karşılığında ne aldılar? Bechev bunu “Birinci sınıf hastaneler, otoyollar, fiyakalı alışveriş merkezleri, devasa havaalanları ve yüksek toplu konutlar, hepsi de halk için” diye özetler. İktidardaki onuncu yılının sonunda AKP’nin yeni lakabı “İslamcı Kalvinistler” oldu.

Kitap kurdu bir uluslararası ilişkiler profesörü olan Ahmet Davutoğlu 2009’da dışişleri bakanı olarak sahneye çıktı. Türkiye’nin onun liderliğindeki dış ilişkiler politikası Orta Doğu ve Balkanlardaki komşulara odaklandı. Avrupalıların Türkiye sevgisi soğurken, Ankara kendisiyle ilgili tasavvurunu “Sonsuza dek AB kapılarında bekleyen bir aday değil, kendi başına bir oyuncunun yanı sıra bölgesel bir merkez” olarak yeniden şekillendirdi. Davutoğlu bunu “stratejik derinlik” olarak adlandırdı. Suriye (2007), Ürdün (2009) ve Lübnan (2010) vizelerini kaldıran Türk yetkililer, artık yeni bir “Levant Dörtlüsünün” doğuşundan söz ediyordu. Tarihçileri utandıran bir şekilde Ankara, Osmanlıların ahlaki olarak ne kadar tutucu olduğunu vurgulayan pembe diziler yoluyla bölgenin kalbini ve aklını çelmek için kültürel cephaneliğini de seferber etti.

Durum Vladimir Putin’in ilgisini çekti. Otokratın Türkiye yatırımı, Rusya’nın yabancı piyasalara hizmet veren bir enerji süper gücüne dönüşmesine katkıda bulunan gaz boru hattı şeklini aldı. Türkiye Batı’dan uzaklaşırken, Ankara’nın karar alıcıları Rusya ve Türkiye’nin aynı dramı paylaştığını düşündüler: “Avrupa ekonomisine dahil olmuş ama AB kurumlarından dışlanmış ve genellikle ‘Öteki’ rolü biçilenler”. Fiona Hill ve Ömer Taşpınar’a göre, iki ülkenin “dışlananlar ekseninde” birleşmesi giderek güçleniyordu. Arap Baharı Türkiye’yi daha da Doğuya kaydırdı. Zeynel Abidin Bin Ali, Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi ve Beşer Esad halk ayaklanmalarında güçlerini sınarken, Erdoğan “tarihin kendinden yana olmasının tadını çıkararak” 2011’de Mısır, Tunus ve Libya’yı ziyaret etti. Kahire’de İslamcılığı değil laikliği vaaz etti. Türkiye’nin demokrasi ihraç etme deneyi, ticaretle yan yana ilerledi. Kasım 2012’ye gelindiğinde Ankara Kahire’yle 27 anlaşma imzalamış ve 2 milyar dolar kredi vermişti.

Suriye de bir diğer “iş fırsatıydı.” İç savaşın Türkiye’nin nasıl da örnek bir demokrasi olduğunu göstermesi gerekiyordu. Türkiye’yi “tarihin doğru tarafında” gören Davutoğlu, “Ya bu baskıcı yöneticilerle bağları sürdürür ya da temel demokratik hakları güvenceye almak için halk ayaklanmalarını destekleriz” diyordu. 2012’de, Suriye hükümetinin “yıllar değil, haftalar ya da aylarla” ifade edilmesi gereken bir süreçte düşeceğini öngördü. Hükümet sorumsuzca onun peşine takıldı. Ama Arap Baharının sonlanmasıyla birlikte “Türkiye’nin yıldızı söndü.” Ankara poker masasında tüm servetini kaybeden numaraya yatırmıştı.

2013’de bir grup protestocu İstanbul Gezi Parkına çadırlar kurdu ve her şey değişti. Biber gazı ve polis copları altında kalan Türkler, AKP’nin “ileri demokrasisinin” ardındaki gerçeği ilk elden öğrendiler. Buna yanıt olarak hükümet, parti liderlerinin “Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak” şeklinde yeni bir faşist sloganla ortaya çıktığı, “Milli İradeye Saygı” mitingi sahneledi.

O andan itibaren, AKP cansiperane bir biçimde çoğunlukçuluğu benimsedi. Bechev şunları yazar: “Demokrasi, birey ve azınlık haklarını koruyan anayasal güçler ayrılığına değil, sandıkla ifade bulan millî iradeye indirgendi.” Partinin yeni müttefikleri aşırı sağ olacaktı. Bu arada, muhalefet partileri çeşitlendi. İlk kez Gezi Parkı’nda bir araya gelen karşıt görüşlüler, “çevre aktivistleri ve orta sınıf profesyoneller, aşırı milliyetçiler ve Kürtler, hippiler ve geleneksel sendikacılar, CHP tabanı ve LGBT+ hakları savunucuları, üç büyük İstanbul futbol kulübünün taraftarları ve kendisine ‘anti-kapitalist Müslümanlar’ diyen gruptan oluşan” bir koalisyon kurdular. Türkiye’deki meydanları işgal eden protestocular “sadece yetkililere seslerini duyurmak istediler.” Duyulmadı.

Avrupa’nın cumhuriyetçi ilkeleri temelinde kurulmuş önemli bir NATO ülkesi olan Türkiye, son beş yılda Moskova ve Pekin’e doğru kaymaya başladı. Mütekabiliyet kralı Donald J. Trump’la ikinci bir dostluk da bu gelişmeye eşlik etti. Ekim 2019’da yaptırımlarla Türkiye ekonomisini “tamamen yıkma ve yok etme” tehdidine rağmen, (@realdonaldtrump’ın tweetinden dakikalar sonra Türk lirası yüzde 1 değer kaybetti) Ankara dört yıl boyunca Oval Ofise doğrudan ulaşma ayrıcalığı yaşayarak, demokrasiye aynı şekilde kayıtsız bir yönetim görmekten mutlu oldu.

2018’de başkanlık sisteminin devreye girmesiyle işler daha da tatsızlaştı. Bechev, bir konuttan ziyade “devlet gücünün dayanak noktası” olması amaçlanan Beştepe’de yeni sistemin nasıl vitrine çıkarıldığını belirterek, “Erdoğan, ABD’li tarihçi Arthur Schlesinger’in bir zamanlar emperyal başkanlık dediği şey için vites yükseltiyordu” diye ekler. Beştepe yerleşkesi, Kemalist mirası silmek değil de “onu yeni döneme uyacak şekillerde sahiplenmek ve yeniden şekillendirmek” amacıyla, “Türk laikleri tarafından kutsal sayılan bir araziye, Mustafa Kemal’in 1920’lerin ortasında kurduğu Atatürk Orman Çiftliğinden çıkarılıp alınan bir parsele inşa edilmişti”. Freedom House, vakit kaybetmeden yeni sistemiyle Türkiye’nin statüsünü “özgür değil” seviyesine indirdi. 31 puan gerileyen Türkiye’nin kötü performans sıralamasındaki yeri Burundi’den sonra ikincilikti. Türkiye yedi yıldır onur yürüyüşlerini yasakladı. Haziran ayında Erdoğan, Gezi protestocularını “sürtükler” olarak nitelendirdi.

Bechev’in hikayesinin üzücü bir olay örgüsü var ama yine de bu başarısız demokrasi deneyinde bir umut ışığı görüyor. Saldırgan Batı-karşıtı duruşuna rağmen Türkiye’nin ekonomisi hâlâ AB ile derinlemesine bütünleşmiş durumda. İslamcı tahayyülün en fazla küçümsediği kötü karakter İngiltere, Almanya’nın ardından Ankara’nın en büyük ikinci ticaret ortağı. Muhalefet partileri bu Avrupa yolunda ilerlemeye kararlı görünüyor. Bechev, Türkiye’nin en eski partisi CHP’nin yıllardır “milliyetçi bir doğrultuda sürüklendiğini” belirterek, eğer bu parti “hem İslamcıların hem de liberallerin ‘vesayet sistemi’ olarak eleştirdiği şeyin amigosuna” dönüşmeseydi AKP çok önceden gücünü kaybedebilirdi tahmininde bulunuyor. Bechev’in senaryolarından biri, AKP’nin desteğini kaybetmeye devam etmesi ve böylece “muhalefetle uzlaşmalara girmesi, hatta iktidarı paylaşmasıyla” ilgili. Bu, “başkanlık sistemini tamamen rafa kaldırarak ya da en azından anayasal güç dengesini yeniden kurarak, parlamenter sisteme geri dönüşü” zorunlu kılabilir. Bechev bu senaryoyu 1970’ler ve 1980’lerde Güney Avrupa ve Latin Amerika’nın üçüncü dalga demokratikleşme yörüngeleriyle karşılaştırıyor. Peki, AKP’nin 2000’lerin başında ve ortasındaki açılımı? Bechev bunun “boşa harcanmış bir fırsattan çok daha fazlası” olduğunu düşünüyor. “Demokratik ivmeye eşlik eden yükselen refah seviyesi, toplumun beklentilerini değiştirdi ve siyaset sahnesini yeniden şekillendirdi”. Sadece kırk yıl içinde Türkiye dönüp dolaşıp aynı yere gelmişti. Günümüzde ülkenin “yeniden şekillendirilmiş siyaset sahnesinde” yaşayan insanların zenginlik, özgürlük ve mutluluk arayışı haklarını kaybetmeleri karşısında yaşadıkları bezginlik giderek artıyor. Sayısı sürekli artan vatandaşları için “Yeni Türkiye” hiç bu kadar eski görünmemişti.

***

Kaya Genç kimdir?

Kaya Genç The Lion and the Nightingale (2019), Under the Shadow (2016) ve An Istanbul Anthology (2015) kitaplarının yazarıdır. The New York Times’da iki ön kapak hikayesi, The New York Review of Books, Foreign Affairs, ve The Times Literary Supplement’de kapak hikayeleri ve The New Yorker, The Nation, The Paris Review, The Guardian, The Financial Times, The New Statesman, The New Republic, Time, Newsweek ve The London Review of Books’ta makaleler dahil olmak üzere dünyanın önde gelen gazete ve dergilerine katkıda bulunmuştur. The Atlantic, Kaya’nın yazılarını derginin “2014’de en iyi gazetecilik çalışmaları” listesine aldı. Edinburgh, Jaipur ve Ways with Words kitap festivallerinde konuşmacı olan Kaya, doktorasını İngiliz Edebiyatı dalında yapmıştır ve Los Angeles Review of Books İstanbul muhabiridir.

(Çeviri: Ayşen Tekşen) 

About Author

Ahmet

Ahmet

Related Articles

TÜM HABERLER