A3 Haber

Sosyolog Cihan Tuğal’ın New Left Review’de yayımlanan analizi: Osmanlının dirilişi mi?

Sosyolog Cihan Tuğal’ın New Left Review’de yayımlanan analizi: Osmanlının dirilişi mi?

Sosyolog Cihan Tuğal’ın New Left Review’de yayımlanan analizi: Osmanlının dirilişi mi?
Ekim 17
10:56 2022

Sosyolog-yazar Cihan Tuğal, New Left Review’de yayımlanan son analizinde, Türk dış politikasını değişik boyutlarıyla ele aldı. AKP dönemi dış politikasını Soğuk Savaş mirası prizması, ülkenin zengin Üçüncü Dünyacı gelenekleri, Rusya ile ilişkileri ve emperyal bir güç olma özlemleri üzerinden tartışan Cihan Tuğal’ın NLR’de yayımlanan analizini Ayşen Tekşen Türkçeleştirdi…

Cihan Tuğal | Çoğu ülkenin ya taraf tuttuğu ya da sessiz kaldığı bir savaşta Türkiye hem Putin hem de Zelensky ile görüşmeye çalışarak ve geçen yaz tahıl ticaretinin yarı yarıya da olsa eski hale gelmesinde önemli bir rol oynayarak kendisini Rusya ile Ukrayna arasında arabulucu olarak konumlandırdı. Rusya’ya yönelik Batı yaptırımlarına karşı çıktı ama aynı zamanda Karadeniz’de Rus savaş gemilerini sınırlandırdı. Bu tür jeopolitik manevralar -Büyük Güçler arasında bir denge oluşturmak- ne mevcut krizle ne de Türkiye’nin savaşan iki devletle ikili ilişkileriyle sınırlı değil olmayıp Erdoğan’ın daha kapsamlı dış politika yöneliminin bir yansımasıdır.

Türkiye’de iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Arap Baharından beri ülkeyi bağımsız bir aktör olarak yeniden tasavvur etme yolunda: Yalnızca Batı ile diğerleri arasında bir “köprü” değil, hem gerileyen Amerikan imparatorluğunun hem de onun yeni ortaya çıkan rakiplerinin hesaba katması gereken bir güç olarak. Ancak, bu bir olgu olmaktan ziyade bir düşlem ifadesi. Göreceğimiz gibi, özerk bir Türk dış politikası için maddi zemin zayıf ve içerideki sınıf dinamikleri elverişsiz. İslamcı medya organları kendi zayıf ve çoğunlukla Yahudi karşıtı “anti-emperyalizm” versiyonlarını ne kadar desteklemeye çalışırsa çalışsın, bu tutarlı bir denizaşırı strateji anlamına gelmiyor. Böyle maddi ve toplumsal payandaların yokluğunda, AKP’nin bağımsızlık arayışı nihayetinde üstünkörü bir dizi kısa vadeci maceralar olarak kalıyor.

Bu durum ülkenin yirminci yüzyıl ortasından sonuna kadarki deneyimiyle mutlak bir tezat oluşturur. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yirmi yılı, doğruları ve yanlışlarıyla Üçüncü Dünyacılığın erken habercileriydi. 1923’den 1950’ye kadar iktidarda olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Mustafa Kemal ve siyasi merkezdeki müttefiklerinin hakimiyeti altındaydı ama Sovyetler birliğine sempati duyan bir sol kanadı ve Avrupa’nın korporatizm ve faşizm geleneklerine yaklaşan bir sağ kanadı da vardı. Kemal Batı uygarlığının pek çok yanına saygı duyuyor ama Türkiye’nin gelişmiş dünyayı yakalamasının en iyi yolunun bağımsızlığını korumak olduğuna inanıyordu. Aynı zamanda, bireyciliği ve sınıf mücadelesini Batılı kapitalist kültürün Türk siyasi yapısından uzak tutmaya çalıştığı istenmeyen yönleri olarak gördü. Bu asli özerklik mücadelesi başarılı oldu ama Türkiye’yi hem girişimcilik hem de sivil anti-kapitalizmden yoksun bırakan atıl bir illiberalizm pahasına.
1920’lerin Sovyetler Birliğiyle ilkeli bir ittifak Türkiye’yi daha tutarlı bir anti-emperyalist yola sokabilirdi. Ama Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması yeni filizlenen işçi hareketlerinin yanı sıra burjuvaziyi de yok ederek sivil ve askeri bürokrasiyi bu yeni palazlanan ulusun en dinamik kesimi haline getirdiğinden, böyle bir ittifak için uygun bir sınıf tabanı yoktu. Doğal olarak, Soğuk Savaşın başlaması Türkiye’nin kırılgan anti-emperyalist güçlerini hızla marjinalize ederken Stalin korkusu Kemalistleri Batının kucağına itti. Ancak, Kemal’in kendisi Bolşevikliğe her zaman düşman olduğundan -sol örgütlenmenin önünün daha başlangıçta kesilmesi ve sendikal militanlık alanının kısıtlanması- bu değişim göründüğü kadar beklenmedik değildi.

CHP’nin Batıyla ittifakının meyveleri 1952’de NATO üyeliği ve uzun süren ve sonunda gerçekleşmeden kalan Avrupa entegrasyonu süreciydi. Ama 1955’de Birleşmiş Milletlerde Türkiye’nin Cezayir’in bağımsızlığı aleyhine oy kullanması gibi başka dışavurumları da vardı. Kemalistlerin tepeden inme modernizasyon programına karşı çıkan liberal-muhafazakar bir koalisyon olan ve 1950 ile 1960 arasında ülkeyi yöneten Demokrat Partinin yükselişiyle birlikte, CHP’nin Batı çıkarlarını daha ihtiyatlı bir şekilde benimsemesinin yerini militan bir Atlantikçilik aldı. Bu arada, 1940’lar ve 50’ler, izleyen yirmi yılda etkisi zirveye çıkan komünizm karşıtı militanlardan oluşan sivil örgütlenmelerin ortaya çıkışına tanıklık etti. O zamana kadar, Üçüncü Dünyacılık Türk sağının “komünizm tehdidiyle” bir tuttuğu muhalif bir güç haline gelmişti.
Vahim bölünmelerinden çok önce, İslamcılar ile proto-faşist Ülkü Ocakları büyük şehirlerin sokaklarında solcular ve anti-emperyalistlerle savaşan şiddet yanlısı komünizm karşıtı çetelerde birleştiler. 1969’da binlerce öğrenci Amerikan donanmasının 6. Filosunu protesto etmek için bir araya geldiğinde bu çeteler gösterinin bastırılmasında polis yardım etmiş, iki kişi öldürülmüş ve çok sayıda öğrenci yaralanmıştı. 1970’lerin sonuna doğru Türk ve Kürt İslamcılar Üçüncü Dünyacılık benzeri bir yola girdiğinde, söz konusu silahlı gruplar Batıyla bu ittifakın önündeki zorluklara karşı ana “popüler” siper olarak görev yaptı.

Son 75 yılda Türkiye’nin değişmez merkez sağ yöneticileri -1950’lerde Demokrat Parti, 60 ve 70’lerde Adalet Partisi, 80’lerde Anavatan Partisi- ABD imparatorluğundan her türlü bağımsızlıkla ilgili bu popüler-gerici anksiyeteyi ana akım haline getirdi. O yılların en çok yankı bulan Ortanın Sol’u, Moskova’nın Yolu sloganı CHP’ye verilecek bir oyun bile kaçınılmaz olarak Türkiye’nin Doğu Bloğuna katılmasına yol açacağını ima ederek genel ruh halini yansıttı. Böylece siyasi müesses nizam, anti-emperyalist solu şiddet yoluyla ortadan kaldırma mücadeleleri için Ülkücü militanlara açık çek verdi. 1970’ler boyunca kahvehanelere, otobüs duraklarına ve evlere saldırarak sendika liderlerini ve sosyalist örgütçüleri katlettiler. Yetmişlerin sonuna doğru, bu terör harekatı taşraya ve kırsal bölgelere yayılarak Maraş şehrinde iki günde 100’den fazla Alevinin katledilmesi de dahil olmak üzere etnik ve dini kıyımlarda zirveye ulaştı. Solcu militanlar kendilerini korumaya başladılar ve küçük silahlı birlikleri hızla kontrolsüz kitle örgütlerine dönüştü.

ABD destekli bir anti-komünist gerilla gücünün komutanı olan Kenan Evren liderliğindeki 1980 darbesi Türkiye’nin Batıyla evliliğini mühürledi. Görünürdeki amacı -Ülkü Ocaklarının cinayetler serisi ve solun misillemesinin kibarcası olarak- “sol-sağ” çatışmalarını sonlandırmak olsa da gerçek amacı Şili tarzı bir neoliberal politika paketini uygulamaya sokmaktı. Generaller güçlerini pekiştirmek için muhtelif sağcı militanlara ve liderlerin işkence yaptı ve idam etti ama baskının en ağırını solcular yaşadı. Evren’in darbesi büyük ölçüde Pinochet’ninkini örnek aldı. Yine de, Türk sağının güçlü sivil gelenekleri sayesinde ordu 1983’ten itibaren, Türkiye Kürdistanı hariç, sivillerle birlikte yönetmeyi kabul etti. Bu noktada, ABD tarafından eğitilen ve finanse edilen subaylar yeni gelişmekte olan savaş ağalarıyla ittifak yaparak ülkenin doğu ve güneydoğusunda fiili kontrol sağladılar ve Soğuk Savaşın en acımasız kontrgerilla tekniklerinden bazılarını solculara ve Kürt isyancılara karşı kullandılar. 1990’ların ortasında bu operasyon topyekûn bir iç savaşa evirilmişti. Sivil hükümet defalarca el değiştirdi ama seçilen yönetimler çatışmayı yatıştıramadı ya da yatıştırmak istemedi.

Doğu Bloğunun çöküşünden sonra artık bastırılacak bir örgütlü sosyalist hareket kalmadığı için ordunun kontrgerilla operasyonu ülkenin geniş kesiminde büyük oranda tasfiye edildi. Ama Kürt gerilla güçlerinin artan popülerliği onun doğudaki raf ömrünü uzattı. Silahlı ya da barışçıl tüm rakipleri ortadan kaldırıldığında Kürdistan İşçi Partisi (PKK) Kürt direnişinin en güçlü aktörü haline geldi ve merkezi hükümetle devam edegelen bir çatışmaya takılıp kaldı. Sonuçta, yaşanan şiddet yaklaşık 40,000 kişinin ölümüne neden oldu ve Türkler ile Kürtler arasında günümüzde de kapanmayan etnik bir gedik yarattı. Ülkenin demokratik güçlerinin marjinalleşmesine de hizmet etti. Öğrenciler, feministler, çevreciler ve işçi hareketlerinin kabaca 1987-95 arasına yayılan kısa süreli yükselişi bu ağır koşullar altında devamını getiremedi ve ülke için birleştirici bir vizyon sağlayamadı.

Böylece, iç savaş Türkiye’nin Batıya teslimiyetini sorgulama yeteneğine sahip her siyasi bloğu dağıttı. Amerikan okullarındaki Zenci ya da Hispanik çocuklar gibi, Türkiye de NATO ve Tek Vücut Avrupa’da “göstermelik azınlık” rolü oynamaya başladı. Bu kurumlara yakınlığı, liberal emperyalizmin dini, etnik ve ırksal farklılıklara göründüğünden daha hoşgörülü olduğunun kanıtı olarak gösterildi. Türkiye’nin Afganistan’ın işgali için asker yollaması ve Irak’ın işgalinde yardımcı rol oynaması, eleştirmenlerin bu savaşları Müslüman-karşıtı haçlı seferleri olarak dillendirmesini güçleştirdi.
Yeni milenyumda ülkenin Batı yanlısı mutabakatı kemikleştikçe, hem liberaller hem de sol kesimler tarafından Türk siyasi sistemini demokratikleştirmenin en gerçekçi umudu olarak görülen AB üyeliğine karşı ilerici bir muhalefet yürütmek neredeyse imkansız hale geldi. AB eleştirisi çoğunlukla aşırı sağcı milliyetçiler ve ultra-Kemalistlere havale edilirken NATO üyeliği tartışmaya kapalı kabul edildi. Binlerce insan Filistin, Irak ve Afganistan’daki savaşları protesto etmek için toplandı ama bunların önemli bölümü Türklerin Batı liderliğindeki askeri ve güvenlik örgütlerinden çekilmesini istemekten kaçındı.
Bu safhada, Türk İslamcılar seküler siyasi sınıfın Batıcılığına üstünlük sağlamaya başladılar. 70’lerden 90’lara kadar, kısmen Üçüncü Dünyacı İslamcılar Milli Selamet Partisi ve Refah Partisi altında örgütlenirken NATO yanlısı İslami topluluklar ağırlıklı olarak ana akım partilere oy vermişti. Ancak MSP-RP’nin küçük esnaf tabanının dünya piyasalarına entegre olması bir siyasi ve kültürel liberalleşme sürecini başlatarak AKP’nin küstah ve arsız Batı yanlısı politikalarının önünü açtı.

2001’de kurulan AKP, onları Batı yönelimli bir blokta bir araya getirerek bu iki Müslüman oy fraksiyonunu birleştirmeyi başardı. Daha önceki İslami nizam NATO’yu desteklemek için ayrıntılı teolojik gerekçeler verirken, giderek burjuvalaşan AKP’nin kutsal kitap tefsirlerine fazla ihtiyacı yoktu. İslamcıdan çok yeni Osmanlıcı olan ideolojisi pragmatik, muhafazakar ve emperyal söylemlerin bir karışımıydı. Ahmet Davutoğlu bu yeni İslamcılığın baş ideoloğu oldu. Eski bir siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler profesörü olan Davutoğlu, 2000’lerde Erdoğan’ın danışmanı, 2009 ile 2104 arasında dışişleri bakanı ve sonunda 2016’ya kadar başbakan olarak görev yaptı.

Ancak, 2010’ların başında meydana gelen iki gelişme AKP’nin jeopolitik hesaplarını değiştirecekti. Bunlardan ilki küresel mali krizdi. 2008’den sonra hükümet artık dışarıdan sıcak para akışına güvenemezdi ve neredeyse her zaman askeri aygıtın genişlemesiyle yakından bağlantılı olan devlet kapitalizmi araçlarına giderek daha fazla başvurdu. Bu devlet kapitalizmi dönüşü, başlangıçta belli belirsiz biçimde de olsa, Davutoğlu’nun liberal emperyalizmini baltalamaya başladı. Sanayinin siyasi-askeri kontrolü, Davutoğlu’nun Batı yanlısı politikasının dayalı olduğu dindar burjuvazinin şekilsel bağımsızlığını aşındırdı. Bu dahili taban kaymalarıyla birlikte Türkiye’nin denizaşırı manzarası da yavaş yavaş değişmeye başladı.
İkinci belirleyici unsur Arap Baharıydı. 2011’de, Davutoğlu’nun Türk modelini önce Arap ülkelerine ve sonra da Müslüman dünyasının geri kalanına barışçıl biçimde ihraç etmeyi amaçlayan yumuşak güç yaklaşımı için başlangıçta bir fırsat varmış gibi göründü. AKP, bu isyanların en sevdiği ikili karşıtlığı, İslami liberaller ile seküler diktatörler arasındaki karşıtlığı sağlamlaştıracağını umdu. Erdoğan bu düşünceden yola çıkarak, Orta Doğu piyasalarına daha fazla erişim umuduyla beraberindeki Türk işadamları ordusuyla Mısır’ı ziyaret etti. Ama isyanın mezhepleştirilmesi bu sonucu engelledi. Başka yerlerde olduğu gibi Suriye ve Yemen’de de sivil kargaşa Sünni ve Şiiler arasında savaşlara dönüştü. Bu da AKP’nin pan-İslamcı etki hayalinden vaz geçmesine ve bölgedeki kana susamış Sünni grupları silahlandırarak olağan Şii-karşıtı konumuna geri çekilmesine yol açtı. Aynı zamanda, Ülkü Ocaklarını ve 2000’lerin sonunda tasfiye ettiği ultra-Kemalist askerlerin bir kısmını iktidar koalisyonuna dahil etmek suretiyle, Kürtlerin bölgesel özerkliğine yönelik giderek güçlenen harekete karşılık verdi. Bu militarist güçler Irak ve Suriye topraklarına sayısız saldırılar düzenledi. Bu yeni dünyada Davutoğlu’nun liberal-demokratik projesi hükümsüz kılınmıştı. Erdoğan’la ilişkileri bozuldu ve 2016’da istifa etmeye zorlandı.

Davutoğlu döneminin aksine, AKP’nin en son döngüsü dış politikası açısından sağlam bir ideolojik temelden yoksundur. Erdoğancılar yakın geçmiş İslamcılığının Üçüncü Dünyacı benzeri temalarını benimsemek zorunda kalırken, bunları tipik olarak Osmanlı İmparatorluğunu diriltme, Asya Türki devletlerini Türkiye ile birleştirme ya da dünya çapında pan-İslamcı birlik kurma hayallerinde dışa vurulan Türk sağının emperyalist bakış açısıyla uzlaştırmaya çalışıyorlar. Son yıllarda AKP amaca özel ve sistematik olmayan bir şekilde bu temaları kullandı. Türkiye’nin İslamcı gazeteleri, gelişigüzel bir şekilde Dünya Sistemleri Kuramından ve diğer anti-emperyalist düşünce ekollerinden yararlanan, ABD hegemonyasına alternatif Çin, Rus, İran ve Latin Amerika analizleriyle dolu. Bu ülkelerden hiçbiri yüceltilmiyor (aslına bakarsanız, İran Türkiye’nin Şii baş düşmanı kabul ediliyor) ama yine de Türkiye’nin bir şeyler öğrenebileceği ve üstüne inşa edeceği önemli deneyler olarak görülüyorlar. Bu dağınık ideolojik manzaradan çıkan somut politika ise (Karadeniz ve Azak Denizi dahil ve Tunus’a kadar uzanan) Doğu Akdeniz’i Türk-Sünni varlığı olarak yeniden tanımlamayı amaçlayan sözde “Mavi Vatan” projesidir. AKP’nin şimdiki hırsı bu bölgenin doğal kaynaklarını ve ticaret rotalarını kendi kontrolüne almak.

Türkiye’nin Rusya’yı meşru bir ortak olarak görebilmesi ama yine de dış politika kararlarında güçlü bir şüpheyi koruyabilmesi işte bu referanslar karmaşasından kaynaklanır. AKP, Rusya ile ABD arasında seçim yapmak zorunda olmadığını iddia ediyor; bir yandan kendini Ukrayna’nın kurtarıcısı ilan ederken Putin’le pazarlıklar yapabiliyor. Ama bunun gibi tumturaklı sözler Türkiye’nin gerçek jeopolitik konumuyla çelişir. Askeri ve ekonomik olarak Batıya ve daha az ölçüde de olsa Rus enerji sektörüne ve Arap petrol servetine bağımlılığı hâlâ devam ediyor. Rejimin devlet kapitalizmi dönüşü, bağımsız manevra için bazı kaynakları serbest bırakmış olabilir ama Türk ekonomisi hâlâ mevcut ticaret yolları ve ortaklıklarla fazlasıyla kısıtlamış halde. Dolayısıyla, imparatorluk maceraları için güvenilir bir temelden yoksun. Güçlü bir devlet kapitalizmi ve sağlam entelektüel vizyon olmadan, AKP’nin hevesli emperyalistleri ne Doğu Akdeniz’de ne de kısa ve etkisiz bazı baskınlar düzenledikleri Orta Doğu ve Kafkasların bazı bölgelerinde kontrol sağlayamazlar. Bıçak kemiğe dayandığında, Türkiye’nin en önemli politikaları başka yerde kararlaştırılır. Örneğin, 2022 Eylül sonunda, bu kararın ülke ekonomisi için zararlı etkilerine rağmen, Erdoğan Washington’ın kurallarına uymak ve Rusya’nın yönettiği bir ödeme sisteminden çıkmak zorunda kaldı.

Bununla birlikte, AKP’nin samimiyetsiz stratejik bağımsızlık iddiasının hâlâ bariz getirileri var. Erdoğan’ın Suriye ve Irak operasyonlarıyla desteklenen, Türkiye’yi emperyal bir güç yapma vaadi sağcı tabanını kışkırtmaya ve muhalefeti etkisizleştirmeye yardımcı oluyor. Ne zaman bir “ulusal güvenlik” tehlikesi olsa, (hâlâ esas olarak CHP’nin temsil ettiği) Kemalistler, Ülkü Ocaklarının seküler üyeleri (İYİ Parti) ve liberal İslamcılar (Babacan’ın DEVA ve Davutoğlu’nun Gelecek Partisi) hep birlikte AKP’nin arkasına diziliyor. Alternatif bir dış politika dillendiremeyen bu kararlı biçimde NATO yanlısı güçler, liberal demokrasi, serbest piyasa ve Atlantikçiliğin iman esasları olduğu AKP’nin ilk yıllarını yeniden canlandırmaktan fazla bir şey sunmuyor. 2002’den bu yana dünyanın ne kadar değiştiği göz önüne alındığında, bunun 2020’lere uygun bir yönetim vizyonu oluşturup oluşturamayacağı şüpheli.

Uluslararası açıdan değerlendirildiğinde de AKP’nin dış politikasının en büyük faydası ABD imparatorluğu geriler ve rakipleri öngörülemez bir hızla ilerlerken zaman kazanmak. Erdoğancılar Çin Kuşak ve Yol İnisiyatifi’nin Türkiye’ye yeni kaynaklar ve Batıdan daha fazla özgür olma fırsatı sağlayacağını umuyorlar. Erdoğan’ın çevresindekilerden bazıları Türkiye’nin bir gün Çin’in kalkınma yolunu tekrarlayabileceğini bile düşünüyor. Ama parti büyük sanayide Çin tarzı bir gözetim benimsemekten şu ana kadar kaçındı. Bu konuda da, dünya kapitalizminin değişen koşullarında Türkiye’nin yerini dikkate almayı ertelemek AKP stratejisinin en büyük gücü. Bunun sonunda nereye varacağı hâlâ belirsiz. Ama Erdoğan’ın allak bullak dünya görüşünden ne ilkeli bir anti-emperyalizm ne de emperyalistler arası rekabete dahil olma becerisi çıkmayacağı açık.

(Çeviri: Ayşen Tekşen) 

Cihan Tuğal kimdir?

Sosyolog-yazar Cihan Tuğal, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden mezun oldu. Michigan Üniversitesinde sosyoloji doktorası yaptı. 2005’te Kaliforniya Üniversitesi Berkeley’de çalışmaya başladı. Boğaziçi Üniversitesi ve San Diego üniversitelerinde konuk akademisyen olarak ders verdi. Çalışmalarına Berkeley’de sosyoloji doçenti olarak sürdürdü. Yazılarını Evrensel gazetesinde düzenli olarak sürdürüyor.

Yayımlanmış bazı kitapları şunlardır:

  • Gezi’nin Yükselişi, Liberalizmin Düşüşü (Agora Kitaplığı, 2013)
  • Türk Modelinin Çöküşü / Arap Ayaklanmaları İslami Liberalizmi Nasıl Yıktı? (Agora Kitaplığı, 2016)
  • Pasif Devrim / İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi (Koç Üniversitesi Yayınları, 2019)

About Author

Ahmet

Ahmet

Related Articles

TÜM HABERLER