A3 Haber

Bir “Mea Culpa” öyküsü: Almanya’da Türkçe daha iyi muameleyi hak ediyor mu?

Bir “Mea Culpa” öyküsü: Almanya’da Türkçe daha iyi muameleyi hak ediyor mu?

Bir “Mea Culpa” öyküsü: Almanya’da Türkçe daha iyi muameleyi hak ediyor mu?
Temmuz 17
16:37 2021

Geçen ay Almanya’nın Hessen eyaletindeki okullarda Türkçe müfredat dışında bırakıldı. Türkçe artık, ikinci veya üçüncü yabancı dil olarak müfredatta yer almıyor. Ülkenin ikinci büyük dilinin bu şekilde aşağılanması, üzerinde düşünülmesi gereken bir başlık. Gazeteci-yazar Osman Çutsay, işte bu kritik konuyu, Latince’de “Mea Culpa” şeklinde tabir edilen ve “Benim suçum, benim günahım” anlamına gelen söz öbeğini merkeze alarak analiz etti. Yeni Posta gazetesindeki bu analizi sunuyoruz…

Osman Çutsay | Hessen eyaletinde müfredata alınmayan Türkçe kararı, acı bir gerçeğin altını çizdi aslında: Türkiye kökenli toplum, Türkçe ile ilgilenmiyordu, aydın endişeleri taşımıyordu ve Alman siyaset sınıfı da bu ilgisizliği görmezlikten gelmiyordu. Türkçe gazete bile yaşatamayan bir topluluğun hangi talebi ciddiye alınabilirdi ki? “Mea culpa”, evet: Bu aşağılanmada suç, başkalarına ait değil. Bize ait.

Federal Almanya’nın en çok konuşulan ikinci dili Türkçe ve bu dile reva görülen muamele doğrusu çok sevimsiz. Okullardaki müfredata alınmadı diye sızlananlar var. Ancak bu sızlanma bile çok dar bir “Türkçeli” çevrede sürdürülüyor. Geniş yığınların hiç ilgisini çekmiyor. Neden?

Sormamız gerekiyor, doğru. Ama tersinden sormamız gerekiyor.

Şöyle: Türkçe gerçekten de en az 3 milyon insanın kullanabildiği bir dil, ki bu rakamın çok daha yüksek olduğu kurulan beraberlikler nedeniyle gayet rahat iddia edilebilir, acaba Almanya’da daha iyi bir muameleyi hak ediyor mu? Yaşadığı aşağılanma, bu büyük dilin kadrini kıymetini bilemeyen Almanlara mı fatura edilmeli?

Pek değil.

Medyası çökmüş Türkçe

Türkçe “egemen” medyaya bakan, hemen anlayacaktır. Bu medya ve kültür ortamıyla bu dil, zaten daha iyisine layık değil. Elbette günlük yaşam sıkıntılarının üstesinden gelmeye çalışan milyonlar sorumlu tutulamaz bu tıkanmadan. Sorumlu, tam da kendisini bu emekçi insanların üstünde gören ve okuryazar, hatta aydın olma iddiası taşıyan çevreler içinde aranmalıdır. Yani, günlük yaşam kavgası içinde şu gerçekten zor hayata tutunmaya çalışan milyonlarca yoksul ve Türkçeli insan değil bu aşağılanmanın veya “istiskalin” sorumlusu.

Ne demek mi istiyoruz?

Türkçe medya, hani şu artık birkaç bin bile satmayan günlük Türkiye merkezli gazeteler ve bir-iki istisna dışarıda tutulacak olursa tüm bir görsel-işitsel (“dijital”) medya, aydını silinmiş, dolayısıyla yaşama hakkını yitirmiş bir dilin taşıyıcısıdır.

İtiraf edelim: Türkçenin handikapı medyasındandır. Kendisine reva görülen bu muameleyi medyası ve okuryazarlık iddiası taşıyan kesimler yaratmıştır.

Çünkü, ağacın kurdu içinde olur.

Türkçe konuşan insanların kendi dillerindeki medyaya sahip çıkmadığını, gazetelerini yaşatmadığını görmemek için kör olmak gerekir. İnsanlar konuştukları, kullanabildikleri bir dünya dilinden mi utanıyor acaba? Olmayacak şey değil. Sağcısı, solcusu, FETÖ’cüsü, sanatçısı, gazetecisi, bu emperyal merkezde her kurum nezdinde cumhuriyetçi tutuma karşı veya itiraz eden bir siyaset talebinde bulunuyor.

Hepsi Türkiye’nin bir “anomali” olduğu fikrinde ortak. Dolayısıyla modern Türkçe, cumhuriyet Türkçesi de bir anomali. Bir gereksizlik, sapkınlık…

Hepsi 3 Kasım 2002’de bir demokratizm gördü ve hepsi sonradan kandırıldığını iddia etti.

Milliyetçisi, dincisi, liberali, hatta sosyalist geçinenleri… Hepsi… Bunlar için Türkiye, şu veya bu nedenle bir çarpıklık, bir anomali, bir gereksizliktir. Bunlara göre Cumhuriyet Türkiyesi, baştan sona yanlıştır. Tarihsel bir gerekliliğin sonucu ve ilerici bir direncin ürünü değildir. Cumhuriyet Türkçesi de artık dikkate alınmayı bile gerektirmiyordur.

Avrupa: İlerici Türkçeyi boğan taşra

Demek ki Avrupa, başta Almanya-Avusturya hattı olmak üzere, dil açısından da Türkiye ilericiliğinin taşrası ve hatta bataklığı konumunda çoktandır.

Zaten asıl soru da burada: Kendisine kullanıcıları nezdinde bile saygı üretememiş bir dile, neden başkaları saygı duysun ve saygının asgari gereklerini yerine getirsin ki?

Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Türkçem, benim ses bayrağım” derdi ve Türkçe gerçekten de Avrupa’ya göç etmiş milyonlarca insanın içinde taşıdığı bir yurttu. 1960’larda ve 70’lerde öyle de kaldı, geliştirildi. Ancak, kitlesel işçi göçünün 60’ıncı yılında, milyonlarca insanımızın bu yurdu kustuğuna tanık oluyoruz.

Peki, bunu Alman siyaset sınıfı görmez mi?

Neden görmesin?

Türkçe bir ses ve yazı bayrağıdır. Taşıdığı içerik, biçimini de belirleyecektir. Ama trajik olan, biçimin de içeriği, kriz zamanlarında ve hiç istenmeyen ölçülerde, belirleyebilmesidir. Bakımsız bırakılan dil, geliştirilmezse, yeni konu, düşünce, estetik alanlarına, siyasal, entelektüel, sanatsal, düşünsel polemiklere sürülmezse, beslenmezse yani, sonu acı olur. Paspasa döner. Dışındaki kimse onu dikkate almayı düşünmez. Ciddiye de almaz. Modern ve cumhuriyetçi bir dil, sonuçta bir dinci kabile diline, milliyetçi/dinci hezeyanların paspasına dönebilir. Korkunç bir aşağılık kompleksi ve çürümeyi ardından getirir.

Türkiye kökenli toplumda yaygın aşağılık kompleksiyle, Türkçenin bu aşağılanma pratiği elbette birbirine bağlı süreçler.

Örnek mi istiyoruz?

Ciddiye alınabilecek bir yayın

Türkiye kaynaklı medyanın haline bakın. Ciddiye alınabilir bir gazetesi var mı Türkçenin Avrupa’da? Daha önce var mıydı? Avrupa’daki Türkçe okuyan insanlar, kendi medyalarını, gazetelerini yaşatabildiler mi? İlgilenmediler, ilgilenmiyorlar. Hadi günlük yaşam kavgası içindeki yoksul milyonları bir kenara bırakalım, işi okumak yazmak olan Türkiye kökenliler ele avuca gelir bir düşün pratiği, bir medya pratiği yaratabiliyor mu? Muhalif geçinenlerin halini görmeyelim mi?

O zaman, Türkçeye daha iyi bir muamele beklemek, saflık olur.

Çocukken konuşturulmayan ve yazıya, düşünceye, sanata aşina edilmeyen milyonlarca Türkiye kökenli, böyle içine doğdukları dilden uzaklaşıyor. Dil bilmeyenler, gelişkin Türkçe ile gelişkin bir Almancanın, Fransızcanın vs. birlikte olamayacağı propagandasına sarılmış durumda. Açık söyleyelim: Bugün Almanya’daki Türkçe, milliyetçi-dinci gerilikle, “demokrasi beşiği” Avrupa iktidarlarından Türkiye için “demokrasi dilenme solculuğu” arasında paramparçadır. Ölmüştür de haberi yoktur.

Dikkat: Sadece AKP rejiminin yandaş ve candaşlarını kastetmiyoruz, muhalif denilen medyaya da bir bakın. Avrupa’da vazgeçilmez diyebileceğimiz ciddiyette bir yayınla karşılaşabilir misiniz? Muhalif ve -hatta- aydınca olduğunu iddia eden medyanın hali, saray medyasından farklı değil.

Yüzlerce Türkçe internet sitesi var Avrupa’da. Buralardaki Türkçeyi ve entelektüel tansiyonu, biraz mürekkep yalamış kimse yüzü kızarmadan izleyemez. Oysa bu işler amatörlük, heveskârlık kaldırmaz. Maymun iştahlılık hiç kaldırmaz. İlericilik demek, şu veya bu emperyal merkezin koltukları altında demokrasi çağrıları yapmak, İslamofaşist bir iktidarın artık alaşağı edilmesini rica etmek demek değildir. Türkiye ve Türkçenin devrim tarihinde böyle sahtekârlara rastlayamazsınız. Dışlanmışlardır. Şimdilerde “örnek muhalif” etiketiyle (“Made in Germany”) geri gerine dolaşıyorlar.

Heves yetmez, ilerici bir inatla çalışmak gerek

Türkçedeki cumhuriyetçi görüş sadece bir heves ve tepkiyle cumhuriyete dönüşmedi. Osmanlı’yı tarihe gömen, çok da doğru yapan genç Cumhuriyet’in 1923 sonrasında ilk giriştiği işlerden biri, kurucu babaların yüzü suyu hürmetine, dil ve tarih çalışmalarını derinleştirmek oldu.

“Ne kadar köfte o kadar ekmek” gerçekten.

Ya bu Türkçeyi kurtaracağız ya da bu Türkçeyle birlikte çöp dağlarının içinde kaybolacağız: Çift dilli kuşakların önündeki yol ayrımı, böyle.

Bu zor yola çıkma cüretini göstermek demek, üretime geçmek demek.

Türkçenin bugün geldiği noktadan memnun olmayanların, önce bu dili yerlere serenlerin niteliklerini sıfırlayan bir birikim ve iş yapma hırsı içinde olması gerekir.

Üç-beş gar bayisinde tek tük görünen, Türk kafeleri, kuaförleri ve marketlerinde bile yüz verilmeyen birkaç gazetenin kaderi, Türkçenin kaderidir bir süredir. Toplum bunlara yüz vermiyor. Ama içinden doğrusunu çıkaramıyor da. O zaman Alman makamları rahatça, “Bunlar kendi dillerine bile sahip çıkmıyorlar, fazla yüz vermeye değmez. Zaten çocukken fazla Türkçe okumasınlar, düşünmesinler, sonrası kolay” hesapları yapabiliyor.

Bu sürecin sonuçlarını yaşıyoruz. İlericilik ve aydın olmak, emperyal demokratizme uşaklık diye anlaşılınca, milliyetçi-dinci hezeyanların içinden çıktıkları dili (Türkçeyi) yok etmeleri çok kolaylaşmıştır.

Önce çuvaldızı kendimize, sonra iğneyi başkalarına, mesela Hessen eyaletindeki Türkçeyi müfredata almayan karar vericilere batıralım.

Çok çalışmamız ve mevcut alışkanlıklardan vazgeçmemiz gerek. Hele alışılmış, artık hiçbir itibarı kalmamış geleneksel Türk medyasından tamamen vazgeçmemiz gerekecek. İktidar yanlısıyla, muhalif geçineniyle… Böyle bir anlayış ile bağları koparmak zamanıdır.

Bir işi iyi biliyor uzmanlar: Türkçe yazı silinmeye başlayınca ses de değerini kaybedecek ve bir noktadan sonra çöpe atılmayı bekleyecektir. O aşamadayız. Hessen eyaletindeki istiskal, bir tökezleme falan değil. Acı gerçek. Suç bizim: Mea Culpa!

(Görsel: Ömer Yaprakkıran)

About Author

Ahmet

Ahmet

Related Articles

TÜM HABERLER