A3 Haber

52 yıldır bir umut, bir ışık, bir kutup yıldızı: 15-16 Haziran’da ne oldu, şimdi neden olmuyor?

52 yıldır bir umut, bir ışık, bir kutup yıldızı: 15-16 Haziran’da ne oldu, şimdi neden olmuyor?

52 yıldır bir umut, bir ışık, bir kutup yıldızı: 15-16 Haziran’da ne oldu, şimdi neden olmuyor?
Haziran 15
15:24 2022

Bundan tam 52 yıl önce, 1970 yılının Haziran ayında bu topraklar bir “insanlaşma”ya tanık oldu. Türkiye işçi sınıfı tarihinin kutup yıldızı 15-16 Haziran işçi direnişinden söz ediyoruz… O zamanlar, bu coğrafyanın insanlarının “dili”, “umudu”, “geleceğe olan inançları” vardı. 52 yıldır burjuvaziyi, patronları, para babalarını, sömürücüleri tir tir titreten iki uzun gün… Ya şimdi, ya bugün?

Ahmet Çınar | 15-16 Haziran 1970… İki uzun gün. İki dirençli gün. İki yüce gün… Üreten ve yaratan işçilerin; güçlü olduklarının, sınıf olduklarının bilincine ve ayırdına vardıkları iki büyük gün.

Sömüren ve semiren patronlar, 52 yıldan beri hangi adımı attılarsa, hangi hamleyi yaptılarsa, “Bir daha 15-16 Haziranlar olmasın” diye hep.

Bugün işçilerin önemli bir bölümü 15-16 Haziran’ı unutmuş olabilir, emin olun ki patronlar o iki günü hiç unutmadı.

12 Mart 1971 faşizmi, 1 Mayıs 1977 katliamı, 24 Ocak 1980 vahşeti, 12 Eylül 1980 cellatlığı, 3 Kasım 2002 sandıklaması… Hepsi 15-16 Haziran’ın bir daha asla yaşanmaması içindi.

Bugün mücadele ettiğimiz “tekellere ve tarikatlara dayalı islamofaşist sermaye rejimi” neden 20 yıldır başımıza bela? Yanıtı tam da şurda: Bir daha 15-16 Haziranlar olmasın diye!

Gericiliğin ve yobazlığın tarihi elbette daha eskilere dayanıyor ama… Bugün Cumhurbaşkanlığı koltuğunu işgal eden şahıs, 1970’lerde palazlandırılmaya, parlatılmaya, cilalanmaya, güçlendirilmeye başlayan hareketin temsilcisi, militanı… Taktisyenleri emperyalizm, sponsorları burjuvazi, destekçileri Genelkurmay oldu.

AKP iktidarı ve Tayyip Erdoğan bir neden değil, bir sonuç: “15-16 Haziranlar olmasın” diyenlerin korkusu yarattı bu sonucu.

Her taşın altından çıkan imam hatipler bir neden değil, bir sonuç: “Bu ülkede patronların kahrolası saltanatı sürüp gitsin” diyenlerin korkusu yarattı bu sonucu.

Ülkeyi kara bulutlar gibi saran islamofaşizm bir neden değil, bir sonuç: “İşçiler gün yüzü görmesin; biatını, bağlılığını, kulluğunu eksik etmesin” diyenlerin korkusu yarattı bu sonucu.

Şimdi 52’inci yıldönümü o büyük direnişin… Ne durumdayız, nerdeyiz?

Son 20 yılda olup bitenler bir film şeridi gibi geçip gidiyor gözlerimiz önünden… Yalanın iktidarı ile iktidarın yalanları kol kola yürüyor sağımızdan solumuzdan…

15-16 Haziran 1970’de devleşen, büyüyen, ayağa kalkan insanlık nerde; şimdi süregiden kayıtsızlık, umursamazlık, pelteleşme nerde!

Çalışan, üreten, yaratan, hayatı var eden sınıf, yani yaşamlarını emekleriyle kazanan sınıf, yani işçi sınıfı artık işsiz, geleceksiz, perişan… Sadaka ekonomisinin bağımlısı… Geleceğin işçi adayı liseliler, üniversiteliler umutsuz, geleceksiz…

Yaşananlar, kelimenin tam anlamıyla ve her anlamıyla “akılsızlaşmadır.”

Sürüleşmedir. Sürülerin en önemli özelliği ise “AYIRT ETME” melekelerini yitirmeleridir. İçinde bulundukları olumsuzlukların nedenleri ve sorumluları hakkında sezgileri olsa bile, UMURSAMAZLIK ve KAYITSIZLIK içinde olduklarından, kendilerini ezen güçleri desteklemeye devam etmeleridir.

Aynı zamanda zalimleşme ve vicdansızlaşmadır da.

Yaşanan akıl ve vicdan dışı hiçbir şeyi UMURSAMAYAN, ciddiye almayan ve hatta ilgilenmeyen bir zalimlik. Vicdansızlaşmadır bu.

Evet… Tüm şiddeti, acımasızlığı, bozuculuğuyla sürmektedir 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri. Akılsızlaşma, vicdansızlaşma, omurgasızlaşma paydalarıyla sürmektedir.

Buna toplumsal tükeniş de diyebiliriz.

Kirleriyle mutlu bir sürüden söz ediyoruz. Kirlenmekten haz alan bir kitle. Özgürleşmekten rahatsız olan, celladına aşk duyan bir psikoloji.

Çöküş içselleşmiştir.

İvan Gonçarov’u anmadan geçmek, o büyük yazara haksızlık olur. Oblomov’u okuyanlar bilecektir.

Oblomovluk kitleselleşmiştir. Oblomov, sürekli çöken, çökmeyi durdurmaya gücü yetmeyen, bunu istemeyen, umursamayan, çöküşten sonsuz derecede haz alan ve hep çökmek isteyendir.

AKP, sürekli çöküşün diğer adıdır. Çünkü AKP ile birlikte, halk “halk” olmaktan çıkmış ve giderek pasif, hükmedilen, kolaylıkla yalan söylenebilen, “rahatlığı ve güvenliği” alçalışta bulmaya alışan bir kütle haline getirilmiştir.

Türkiye 2020’de bütün tarihlerin gerisine düşürülmüştür. Türkiye şu anda Tanzimat’ın, 2. Mahmut’un, 3. Selim’in öncesine ve gerisine düşmüştür. Tarihinin en karanlık dönemine girmiştir.

Albert Camus’nün Veba’sını anmadan, Veba’da anlatılan “toplumsal tükeniş tasvirini” anımsatmadan geçemeyiz. Veba’nın 3. bölümünde şunları yazar Camus:

Belleksiz, umutsuz, yaşanılan anın içindeydiler. Aslında zaten her şey onlar için yaşadıkları an demekti. (…) Başka bir deyişle artık seçecekleri bir şey kalmamıştı. Veba bütün değer yargılarını ortadan kaldırmıştı. Bu da en çok, insanların giydikleri elbiselerin kalitesinden ya da satın aldıkları yiyeceklerle hiç ilgilenmeyişlerinden belli oluyordu. Her şeyi olduğu gibi, bütünüyle kabul ediyorlardı. (…) Vebanın kurduğu düzeni kabul etmişlerdi. Etkisi kuvvetlendikçe, o ölçüde de bayağılaşıyordu. Artık içimizde büyük duygular yok olmuştu. Herkes en monoton duygularla yaşamaktaydı. (…) Değişmişti, veba onda bütün kuvvetiyle inkar etmeye çalışsa da, gene de şiddetli bir azap halinde sürüp giden bir KAYITSIZLIK yaratmıştı.

Camus’den söz açınca, büyük yazarın “Korku Çağı” denemesini ıskalamak olmaz. Camus o satırlarda, İNANÇSIZLIK ile GELECEKSİZLİK arasındaki bağı muhteşem bir biçimde kurar. Der ki:

Yaşadığımız dünyada en göze çarpan şey, çoğu insanın gelecekten yoksun olmalarıdır. Geleceğe el atmayan, gelişme ve iyileşme umudu olmayan bir yaşamın ne değeri olabilir? Aşılmaz bir duvarın önünde yaşamak, köpekçe yaşamaktır.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: AKP’ye oy verenler, “inançsız” inanç sahipleridir. Hiçbir inançları ve bağlandıkları gerçek hiçbir değerleri yoktur. Çünkü geleceksizdirler, geleceğe yönelme, geleceği yakalama güç, güven ve imkanına sahip değillerdir. Alexis de Tocqueville’nin Louis Bonaparte için dediği gibi: “Hiçbir inançları yoktur ve insanların inançları olabileceğine de asla inanmazlar.”

Camus şunları da yazıyor:

İnsanların geleceğe kapalı yaşamaları ilk kez bugün olmuyor elbet. Ama insanlar eskiden konuşarak bağrışarak bu duvarı aşarlardı. Kendilerine umut veren başka değerleri yardıma çağırırlardı. Bugün kimse konuşmuyor, çünkü dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler; öğütleri, haber vermeleri, yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemiyor. Şu son yıllarda gördüklerimiz bizde her şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki insanlığın dilini konuşunca bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırırdı bizi.

Evet… Artık insanlığın dilini konuşarak körleşmiş, sağırlaşmış, nasırlaşmış sürülerde, insanca karşılıklar yaratmak olanaksız hale geldi. Siyaset yapmanın en derin ve en temel düzeyde olanakları sınırlandı. Dilsizliğin hakim olduğu bir düzende politika yapmak çok zordur. O halde tek çıkış yolu, sözü ve dili “kurşun dil / kurşun söz” kılarak eylemli bilinç taşımak, bu kahredici dilsizleşmenin etkisini kırabilecek biçimlerini geliştirmektir.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ı da 1. Dünya Savaşı bitimindeki o tükenişi, insanın tüketilişini ve Anadolu’daki çürümeyi anlatır. Yaban’ın 19. sayfasında şöyle yazar:

Lakin, bu köyde de hiç kimse kolsuz olduğumun farkında değil… Oysa, burada, isterdim ki farkında olsunlar. Zira sağ kolumu ben onlar için kaybettim. İstanbul’da zilletim olan şey burada şerefimdir. (…) Sağ kolumun yokluğu kimsenin takdirini celbetmek şöyle dursun, hatta merhametini bile uyandırmadı. Acaba niçin? Bunu sonradan anladım. Zira burada sakatlık, hemen herkese mahsus bir hal gibidir.

Evet, Karaosmanoğlu sakatlığı, kafalardaki sakatlığın nasıl da kütleselleştiğini, insanların nasıl kayıtsızlaştığını, monotonlaştığını bu satırlarla anlatır. Kafası sakat, ruhu sakat, bedeni sakat; sakat olduğunun farkında değil. Farkında olsa bile umursamıyor. Çünkü geleceksiz, çünkü kayıtsız. Ve kendi sakatlığından en alçak, en ilkel şekilde yararlanmaya çalışıyor.

Hannah Arendt “Emperyalizm” adlı kitabının 63. sayfasında şu müthiş belirlemeyi yapar:

Tutarlı her emperyalist politikanın kaynağında, sermaye ile ayaktakımı arasındaki ittifak yatmaktaydı.

“Nerden çıktı bu yüzde 50?” ya da “Neden düşmüyor bunlar yüzde 40’ın altına?” sorularının yanıtı, işte Hannah Arendt’in bu tespitinde var. Sermaye ile ayaktakımı ittifakı.

Ve her şeye rağmen, tüm bu tükeniş ve tüketilişe rağmen umutsuzluğa kapılmamak. Kritik nokta budur.

Fethi Naci’nin en güzel kitaplarındandır “İnsan Tükenmez.” İnsanın tükenmeyeceğini biliyoruz. Hele ki içinde yaşadığımız coğrafyada, “tükendi, bitti” dediğimiz noktada yeniden fışkırmıştır insan ve insanlaşma.

Bunu sağlamanın yollarını yordamlarını bulmak; önümüzde duran en acil gündem olmak zorunda.

Gerçekçi olmak zorundayız. Anlaşılmıştır ki, kitleler “dilsizleşip sürüleştikçe” sayım adı altında yapılacak her türlü “oylamayı” AKP ve türevleri kazanacaktır. AKP ya da AKP’den rol çalıp ona benzemeye çalışanlar kazanacaktır. Bu böyledir.

Bu nedenle…

Bu uyuşukluğu, bu ahmaklığı sarsacak, yeniden politik hareketliliği sağlayacak bilinç operasyonlarına, eylemliliklere gereksinim vardır. Mücadeleyi yeniden örecek jakoben bir öncülükten söz ediyorum.

Artık bu coğrafyada eşitliği, özgürlüğü, cumhuriyeti, laikliği, aydınlanmayı ve tüm ilerici değerleri savunmanın, var kılmanın tek yolu jakoben düşünce ve yöntemlerdir.

Bu toprakların tarihinin derinliklerindeki jakoben damarı yakalayıp kalınlaştırmak, tek çıkış yolu gibi görünüyor.

About Author

Ahmet

Ahmet

Related Articles

TÜM HABERLER