A3 Haber

Tartışmalı bir ABD seçimini, Türkiye’deki çalkantının penceresinden izlemek

Tartışmalı bir ABD seçimini, Türkiye’deki çalkantının penceresinden izlemek

Tartışmalı bir ABD seçimini, Türkiye’deki çalkantının penceresinden izlemek
Eylül 29
11:07 2022

Türk yazar Ece Temelkuran, Donald Trump’ın “seçim hırsızlığı” iddiaları ile 2016’daki Tayyip Erdoğan’ı devirme girişimi arasında benzerlikler görüyor. Erdoğan, 2016’daki başarısız darbe girişiminin ardından muhalefete göz açtırmadı… Londra’da yaşayan İranlı gazeteci-yazar Farah Nayeri, Türkiye’yi yakından izlyen Ece Temelkuran’ın belirlemelerinden hareketle bir analiz kaleme aldı. New York Times’ta yayımlanan bu analizi Ayşen Tekşen Türkçeleştirdi…

Farah Nayeri

Bu makale, özyönetimin nasıl evrilebileceğini incelemek üzere bu hafta Yunanistan’ın başkentinde toplanan Atina Demokrasi Forumu üzerine özel bir rapordan alınmıştır.

Başkan Donald J. Trump Kasım 2020’de, o ay gerçekleştirilen başkanlık seçimlerinde zaferin kendisinden çalındığını açıkladığında, yazar ve siyaset yorumcusu Ece Temelkuran anavatanı Türkiye ile doğrudan benzerlikler saptadı.

Temelkuran, The Guardian için kaleme aldığı başyazısında “Hiç kuşkunuz olmasın bu bir darbe girişimidir. Eğer bu Türkiye’de yaşanıyor olsaydı, dünya medyası hiç vakit kaybetmeden onu darbe olarak adlandırırdı” dedi.

Ece Temelkuran deneyimlerine dayanarak konuşuyor. Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a karşı Temmuz 2016’da gerçekleştirilen darbe girişimini yaşadı ve ardından gelen baskılardan kurtulmak için ülkeden ayrıldı. Üç yıl sonra, demokratik bir ülkenin otoriterliğe kaymasının yol haritasını açıklayan “Bir Ülke Nasıl Kaybedilir? Demokrasiden Diktatörlüğe 7 Adım” adlı kurgusal olmayan kitabını yayınladı.

Temelkuran siyasi bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Annesi, 1970’lerde Türkiye’deki askeri darbenin ardından hapse atılan ve daha ileride evleneceği genç bir avukat tarafından kurtarılan aktivist bir öğrenciydi.

Temelkuran 16 yaşındayken feminist bir dergide yazmaya başladı ve Türkiye’nin en çok okunan siyasi yorumcularından biri haline geldi.

Bugün Almanya’nın Hamburg kentinde yaşayan ve New Institute, Future of Democracy programında bilim kurulu üyesi olarak görev yapan Temelkuran, önemli bir yorumcu olarak çalışmalarına devam ediyor.

Kısa süre önce verdiği bir röportajda, Batı’da ve kendi ülkesi Türkiye’de demokrasiye yönelik tehditlerden bahsetti. Bu söyleşi düzenlenmiş ve kısaltılmıştır.

“Bir Ülke Nasıl Kaybedilir” kitabınızı yayınladığınızdan bu yana bazı şeyler oldu. Trump artık iktidarda değil. İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkmasını savunan İngiltere Başbakanı Boris Johnson da öyle. Bugünün dünyasını nasıl görüyorsunuz?

Bence çok fazla iyimserlik ama aynı zamanda da çok fazla kötümserlik söz konusu. İyimserler Boris Johnson ya da Trump’tan kurtulduklarında demokrasi açısından her şeyin normale döneceğini; demokratik düzeneğin birkaç mekanizmasını onarabileceğimizi ve sonrasında iyi olacağımızı düşünüyorlar. Ben ise bunun daha derin bir kriz olduğunu düşünüyorum: aslında daha derinlerine bakmamız gereken bir krizler yumağı.

Demokrasi krizi kapitalizm kriziyle fazlasıyla iç içe geçmiş durumda. Toplumsal eşitlik meselesini çözmediğimiz sürece bir çıkış yolu görünmüyor.

Almanya’nın Hamburg kentinde yaşayan yazar ve siyaset yorumcusu Ece Temelkuran, New Institute, Future of Democracy programında bilim kurulu üyesi olarak görev yapmaktadır….Roberto Ricciuti/Getty Images

Mevcut haliyle demokrasinin ölü olduğunu, çünkü kapitalizmin özünde demokrasiyle bağdaşmadığını söylediniz. Bunu açıklar mısınız?

Sağ popülist hareketler son on yılda aniden ortaya çıkmadı. Başta demokrasi açısından olmak üzere, günümüz dünyasında gerçekte ne olup bittiğini anlamak için 1980’lere geri gitmemiz gerekir.

Demokrasi, eşitlik ve sosyal adalet temel vaatlerine dayanır. Kapitalizm ise sosyal adalet vaat etmez. İnsanlar gerçek anlamda, yani mali ve ekonomik olarak eşit değilse, onlara vatandaş olarak nasıl eşitlik sözü verebilirsiniz?

Neden kapitalizmin sosyal adaletle bağdaşmadığını düşünüyorsunuz?

İnsanlar, sanki işçilerin sahip olduğu haklar –sekiz saatlik mesai, Pazar günleri izin vb.- kapitalizm sayesinde elde edilmiş gibi davranıyor. Gerçekte ise, işçi sınıflarının elde ettiği ya da kazandığı ne varsa yönetici sınıflara karşı çok uzun ve zorlu bir mücadelenin ürünüdür.

1970’ler ve 1980’lerde toplumun apolitikleşmesi, yurttaşların çocuk muamelesi görmelerine, siyaseti kirli bir şey olarak algılamalarına katkıda bulundu. Bu muazzam apolitikleşme günümüzün sağ popülist hareketlerine destek oluşturdu. Trump’ın kurtarıcı olduğuna ya da Brexit’in Britanya’yı yeniden büyük yapacağına inanan tüm bu kitlelerin varlığını işte buna borçluyuz.

Bu apolitikleşmenin bir diğer sonucu da sosyalizm, sosyal demokrasi, düzenleme, mali düzenleme gibi kelimelerden korkar hale gelmemiz oldu. Bu kelimeler 1970’lerden sonra tabu haline geldi.

Geldiğimiz noktada kapitalizmden daha iyi bir sistemi düşünmeye bile yanaşmıyoruz. Sanki kapitalizmin sonu dünyanın sonunu getirecekmiş gibi.

Batıdaki siyasi gerçekleri tanımlamak için faşizm sözcüğünü kullanıyorsunuz. Bu sözcüğün ciddi bir tarihsel yankılanması var. Neden bunu kullanıyorsunuz?

Çünkü bu sözcüğü kullanmamız gerektiğini düşünüyorum. Faşizmin İkinci Dünya Savaşının muharebe meydanlarına gömüldüğüne inanmamızı sağladılar. Botlar ve üniformalar giyen versiyonunun gömüldüğü doğru. Ama faşizm sadece botlar ve üniformalar içinde kaz adımıyla yürüyerek gelmez. İfade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ve işçi sınıflarının hakları baskı altına alındığında, bunun sonu faşizmdir.

ABD ve Britanya gibi ülkelerde demokrasi kurumu kendini koruyacak kadar güçlüdür. Ama siyaset ve demokrasi kurumlarının yeterince olgunlaşmadığı ülkelerde dört dörtlük baskıyı görürsünüz. Hiç kuşku yok ki, Türkiye, Hindistan ve diğer bazı ülkelerdeki bu rejimleri kolaylıkla faşizm olarak adlandırabiliriz.

Parlamenter demokrasiler birden bire Hitler rejimine dönüşmeyecek değil mi?

Dönüşmelerine gerek yok. Hitler zamanında, baskıcı ve şiddet yanlısı olmak gerekiyordu çünkü Almanya’da ve Avrupa’nın geri kalanında güçlü bir sendika hareketi, sosyalist bir hareket vardı. Bugünlerde öyle bir şey yok. O zaman neden şiddet kullanılsın? İnsanları manipüle etmek, yanlış bilgiler yaymak vb. için gerçeklik-ötesini, sosyal medyayı kullanabilirler.
Eğer küresel siyaseti daha ilerici hale getirebilirsek, o zaman bu hareketlerden kurtulabiliriz. Şu anda, siyasi yelpazenin merkezi boş. Merkezde yer alan politikacıların insanları harekete geçirecek ve örgütleyecek bir hikâyeleri yok. Bir boşluk var.
Mesela, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron. Neden orada? Çünkü herkes aşırı sağcı Marine Le Pen’den çok korkuyor. En azından son on yılda, oy kullanmak bizi en kötüsünden koruyacak bir araç haline geldi.

Bu siyaset değildir. Hayatta kalma tepkisidir.

Merkez, sola ve ilericilere kucak açmadığı sürece dünyada demokrasi için bir çıkar yol görünmüyor.

Müslüman dünyasında demokrasiye geçiş söz konusu olduğunda, Türkiye uzun yıllar boyunca model olarak görüldü. Şimdi orada neler oluyor?

Devasa bir diktatörlük biçimi. Ama bu diktatörlüklerin şiddet kullanması gerekmiyor. Artık farklı bir siyasi araç kullanıyorlar ve o araç da tüm ülkeye yayılan çok geniş bir siyasi para ağı. Partinin en basit sempatizanı bile bu parayı alıyor. İyi bir hayatları var. Parti mensubu ya da parti çevresinden biri iseniz iyi bir hayatınız oluyor. Aksi takdirde, imkânsız olan tek şey ekonomik işlemler değil. Vatandaş olarak temel haklarınızı kullanamıyorsunuz.
Bir tarafta partiye ya da Erdoğan’a teslim olan birinci sınıf vatandaşlar ve diğerinde ötekiler var. Erdoğan’ın dediği gibi, ötekiler çekip gidebilir. Ve onlar da çekip gidiyorlar. Şu anda Türkiye’den büyük bir beyin göçü var. Bu da başka bir trajik hikâye. Doktorlar, hemşireler, iyi eğitim almış insanlar, akademisyenler: Hepsi gidiyor.

Çıkış yolu ne?

Türkiye’deki siyasi güçlerinin şu anda çok yetersiz bir şekilde denediği gibi, çıkış yolu bir araya gelmektir: siyasi farklılıklarına rağmen tüm muhalefet partilerinin bir araya gelmesi ve demokrasi adına seçimlere katılması.

***

Farah Nayeri kimdir?

Farah Nayeri, Londra’da yaşayan İranlı yazar ve gazeteci. 2022 tarihli Takedown adlı kitabı, #MeToo, Black Lives Matter ve 1980’lerde Amerika Birleşik Devletleri’nde sanatın siyasi sansürüne kadar uzanan sanat dünyasındaki diğer değişiklikler arasında sanat aktivizmi ve görsel sanatın değişen manzarasına odaklanıyor. Nayeri, Culture Blast podcast’ine ev sahipliği yapıyor ve diğer yayınların yanı sıra New York Times için sık sık yazıyor ve Takedown’daki bölümler, Paul Gauguin’e günümüz dünyasının merceğinden yeni bakışı gibi önceki yazılarına atıfta bulunuyor. @fnayeri

(Çeviri: Ayşen Tekşen) 

About Author

Ahmet

Ahmet

Related Articles

TÜM HABERLER