A3 Haber

Felsefecinin salgını: Koronavirüsten sonra nasıl bir dünya?

Felsefecinin salgını: Koronavirüsten sonra nasıl bir dünya?

Felsefecinin salgını: Koronavirüsten sonra nasıl bir dünya?
Mayıs 16
13:41 2020

Koronavirüs salgınıyla birlikte gelen yeni yaşam biçimleri ve yeni toplumsal yaşam üzerine çok sayıda analiz, yorum, eleştiri kaleme alınıyor. Koronavirüsten sonra ne olacak sorusu, endişeyle merak edilen, kaygıyla dile getirilen sorulardan yalnızca biri. Sosyolog Pierre Bourdieu’nun öğrencisi de olan kuramsal fizikçi, gazeteci-yazar Marco d’Eramo, New Left Review’e bir makale yazdı. “Koronavirüs sonrası nasıl bir dünya” sorusuna yanıt arayan Marco d’Eramo, konuyu, İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham’ın 1785’te geliştirdiği “Panoptikon” kavramı üzerinden anlatmaya çalıştı. Bu analizi Ayşen Tekşen’in çevirisiyle paylaşıyoruz.

“İyileşme olmayacak. Toplumsal karışıklık çıkacak. Şiddet olacak. Sosyo-ekonomik sonuçları olacak: Devasa işsizlik. Vatandaşlar büyük acılar çekecek: Bazıları ölecek, diğerleri kötü hissedecek.”
Bunları söyleyen kişi bir kıyamet bilimci değil, koronavirüs sokağa çıkma yasaklarının bir sonucu olarak çok yüksek işsizlik oranları ve dünya ekonomisinde yüzde 30 küçülme öngören ve küresel kapitalizmin en güçlü hanedanlarından birinin veliahdı olan Jacob Wallenberg.

Felsefecilerimiz, yöneticilerin biyopolitik disiplin uygulamak için salgından yararlanmaları olasılığından endişelenirken, yönetici sınıfın tam aksi bir kaygısı varmış gibi görünüyor: “Toplum için yaratacağı sonuçlardan ölesiye korkuyorum… Hastayı ciddi biçimde etkileyen ilacın risklerini değerlendirmeliyiz.”

İsveçli büyük işadamı bu noktada Trump’ın tedavinin hastayı öldüreceği şeklindeki öngörüsünü tekrarlar. Felsefeciler bulaşmayı önleyici tedbirleri –sokağa çıkma yasakları, kapanan sınırlar, halkın bir araya gelmesinin kısıtlanması- kötü bir denetim aygıtı olarak görürken, yöneticiler de karantinaların kendi denetimlerini gevşetmesinden korkuyor.

Sözü edilen felsefeciler Covid-19’un etkisini değerlendirirken Foucault’nun 17’nci yüzyıl sonunda yaşanan salgının neden olduğu yeni gözetim ve denetim biçimlerini anlattığı Disiplin ve Ceza’da yer alan vebayla ilgili olağanüstü sayfaları alıntılamıştır. Salgın konusunda en keskin tavrı alan düşünür ise 26 Şubat 2020’de il manifesto’da yayınlanan “Bir Salgın İcadı” yazısıyla başlayan sert bir makale dizisiyle görüşlerini açıklayan Giorgio Agamben’dir. Agaben bu çalışmasında virüsün yayılmasını durdurmak için İtalya’da uygulanan olağanüstü hal önlemlerini “çılgınca, akıl dışı ve kesinlikle dayanaksız” olarak tanımlar. “Salgın korkusu panik doğuruyor ve özgürlüğü ağır biçimde kısıtlayan önlemleri güvenlik adına kabullenmek suretiyle olağanüstü hali meşrulaştırıyoruz.”

Agamben’e göre, koronavirüs karşısında benimsenen tutum “olağanüstü hali hükümetin normal bir paradigması olarak kullanma eğilimini” gösterir –“olağanüstü önlemlerin gerekçesi olarak terörizmin tüketilmesiyle birlikte, yeni bir salgın icadı bu önlemlerin bilinen bütün sınırların ötesinde sürdürülmesi için ideal bahaneyi sunmuş gibidir.”

Agamben, Mart ayında İtalyan yayınevi Quodlibet’in web sitesinde yer alan iki yazısında da bu düşüncelerini tekrarladı.

Şimdi, Agamben hem haklı hem de haksız; daha doğrusu, ciddi oranda haksız ve bir ölçüde haklı. Haksız çünkü temel olgular onu yalanlıyor. Büyük düşünürler de bulaşma nedeniyle ölebilir –Hegel 1831 yılında koleradan öldü- ve koşullar bunu gerektirdiğinde görüşlerini yeniden gözden geçirmek felsefecilerin görevidir: Şubat ayında koronavirüs inkarcılığı bir nebze mümkün idiyse bile Mart sonunda artık söz konusu değildir. Ancak, Agamben özellikle kriz döneminde yöneticilerin kendi güçlerini pekiştirmek için her fırsatı değerlendireceği konusunda haklıdır. Kitlesel gözetim altyapısını güçlendirmek için koronavirüsten yararlanıldığı bir sır değil. Güney Kore hükümeti mobil telefonlar aracılığıyla vatandaşlarının konumunu izleyerek enfeksiyonun yayılımını analiz etmiştir –bazı kaçamakları ortaya çıkardığında karmaşaya yol açan bir uygulama. Çin hükümeti video gözetimi ve yüz tanıma cihazlarında ısrarlıyken İsrail’de Mossad kısa süre içinde kendi takip sistemini uygulamaya sokacak (dünya istihbarat örgütleri bizi dijital olarak izlemeye başlamak için bir salgın bahanesi beklemiyordu elbette.) Çok sayıda Avrupa hükümeti, Güney Kore ve Çin’in dijital izleme programlarını örnek alıp almamaya karar verme aşamasındayken Britanya Bilgi Komisyonu Ofisi Mart sonunda bu önlemi hiç duraksamadan onayladı. Sosyal hakimiyetin hedeflerinden birinin hâkimiyet altında olanı atomlara ayırmak olduğunu ileri süren ilk kişi Agamben değildir; Guy Debord, Gösteri Toplumu (The Society of the Spectacle) adlı eserinde kapitalist-meta ütopyalarının gelişmesinin bizi “tamamlanmış ayrılıkta” izole edeceğini yazar.

O halde, bu krizin sonuna geldiğimizde hükümetlerin gözetim gücü 10 kat artmış olacaktır. Ama Agamben’in aksine, bu duruma rağmen bulaşıcı hastalık gerçek, öldürücü ve yıkıcı olmaya devam edecektir. Güvenlik hizmetlerinin salgından faydalanacak olması paranoyak bir komploculuğa yapışmayı haklı çıkarmaz: Vatanseverlik Yasası’nı geçirmek için Bush Yönetiminin bizzat İkiz Kuleleri yıkmasına gerek yoktu; Cheney ve Rumsfeld yalnızca 9/11’in sunduğu fırsatlara sarılarak insan kaçırma ve işkenceyi meşrulaştırabildi.
Dünya Ticaret merkezi saldırısından söz ettim çünkü Agamben’in -silahlı bir isyanla mücadelede devletin bastırma modelini kullanarak tüm toplumsal denetim tekniklerini açıkladığı- çalışmasındaki ikinci yanlışı gösterir. 1970’lerin sonu ile 1980’lerin başında pek çok Avrupa ülkesi sözde terörizmle mücadele için olağanüstü hal ilan etti –Agamben’in kuşağını ve ondan sonrakileri doğrudan etkileyen bir durum. Ama her olağanüstü durum aynı değildir. Aristo’nun söylediği gibi, tüm kediler memeli olsa da tüm memeliler kedi değildir. Terörizm adına ilan edilen olağanüstü hal, cüzzamı engellemesi amaçlanan politikaya benzer: Yani cüzzamlıların/teröristlerin sağlıklı/yasalara-uyan yurttaşlar topluluğundan dışlanmasıyla toplumun iki ayrı gruba bölünmesi. Buna karşın, şu andaki olağanüstü hal, temelde, Foucault’nun salgın için kuramsallaştırdığı -tüm nüfusun denetimine, hareketinin engellenmesine ve karantinasına dayalı- uygulamanın bir tekrarıdır. Cüzzam modelinin aksine, bu düzen iyi ve kötü yurttaşlar arasında ayrım yapmaz. Herkes potansiyel olarak kötüdür; hepimizin izlenmesi ve gözetlenmesi gerekir. Panoptikon yalnızca hapishaneyi ya da kliniği değil tüm toplumu kuşatır.

Panoptikon: İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham’ın 1785 yılında tasarlamış olduğu hapishane inşa modelidir. Bütünü gözlemlemek anlamına gelen bu tasarım birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir daire üzerine kuruludur. Foucault, Panoptikon fikrinin modern gücün temelini oluşturduğunu düşünür. Panoptikon, gözetim altında tutulan her kişi için otomatik bir iktidar işlevi görmektedir.

Çoğunluğu özgürlüklerine getirilen bu kısıtlamayı çok cılız bir direnişle kabullenen 3 milyon insana yönelik sokağa çıkma yasağıyla, sosyal disiplin alanında devasa ve benzeri görülmemiş bir deneye tanıklık ettiğimiz doğrudur. 40 yıl önce hayal bile edilemezdi. Sıklıkla sokaklarda yaşamak zorunda olan 120 milyon istikrarsız göçmen işçinin varlığına rağmen Modi’nin tüm ülkenin evde kalmasını emrettiği Hindistan ve benzeri örneklerde olduğu gibi, bu deney genellikle körü körüne ve rasgele ilerliyor. Dünyanın büyük bölümünde, evde kalma uygulaması yalnızca en varlıklı tabaka için makulken, çoğunluk için doğrudan işsizlik ve açlık anlamına geliyor. Hindistan uç bir örnek ama salgın karşısında sınıfa-göre-şekillendirilmiş tepkiyi her ülkede görmek mümkün. New York Times’ın ifadesiyle bu bir “beyaz yakalı karantinasıdır.” Ayrıcalıklılar kendilerini hızlı internete ve tıka basa dolu buzdolaplarına sahip evlere kilitlerken, diğerleri virüslü ortamlarda omuz omuza çalışmaya ve kalabalık metrolara binmeye devam eder. Yaşamsal öneme sahip ilaç ve hastane donanımları üretiminin yanı sıra yiyecek sanayi, enerji sektörü, taşıma hizmetleri ve telekomünikasyon ağlarının çalışmaya devam etmesi gerekir. Fiziksel ayrılık pek çok insanın elde edemeyeceği bir lükstür ve “sosyal mesafe” kuralları, sınıflar arası uçurumu genişletmeye hizmet eder.

Bu da bizi Agamben’in gözden kaçırdığı esas noktaya getirir: Hakimiyet tek boyutlu değildir. Yalnızca kontrol ve gözetim değil, aynı zamanda istismar ve sömürmektir. (Schmitt üstüne biraz Marx onun analizini bozmaz.) Bu salgının sermayeye yönelik ciddi hasar tehdidi barındırması, politikacıların karantina ve tecrit uygulama konusundaki isteksizliğini açıklar: (başlangıçta) Boris Johnson ve Trump en sarsıcı örneklerdir: Mümkün olduğunca uzun süre karantina ilan etmeye direndiler ve birkaç yüz bin ölüm pahasına da olsa mümkün olduğunca kısa sürede onu kaldırmak istiyorlar. Bu örnekte, halk sağlığı politikasının miskin temposuyla finansal yanıtın hızı karşılaştırılmalı. Doğal olarak, “cömert” bütçe önlemleri Wallenberg’in endişelerini kısmen yansıtır: Bu önlemler, çalışanlara şimdilik yaşamaya yetecek kadar vererek büyük toplumsal ayaklanmadan kaçınmayı amaçlarlar. Hiçbir kapitalist bu Keynesçi konuma gelmek zorunda kalmak istemezdi. Ama Obama’nın genelkurmay başkanı Rahm Emanuel’in dediği gibi “Ciddi bir krizin boşa gitmesine asla izin vermezsiniz.” Dolayısıyla, yasal hastalık ödeneğine cüzi ilaveler yapılırken devletler finans sektörlerini desteklemeye ya da eski Hazine Bakanı Timothy Geithner’in sözleriyle “bankalar için pisti köpüklemeye” yönelik olağanüstü adımlar da atmıştır. Şimdiye dek, OECD hükümetleri 5 trilyon dolardan fazlasını vaat etti ve bu rakam yükseliyor.

Yöneticiler normal zamanlarda öfke doğuracak politikaları kabul ettirmek için de salgından yararlanıyorlar. Trump acil durum süresince kirlilik yasalarını çiğnemesi için Amerikan endüstrisine açık çek verirken Macron maksimum haftalık çalışma süresini 60 saate çıkararak emek hareketinin temel kazanımlarından birini ortadan kaldırdı. Ama yine de –fazla sınırlı ve zor durumdaki neoliberal düzeni kurtarmaya odaklı- bu yasal hilelerin ucuzluğu, salgının yönetici sınıfı hazırlıksız yakaladığını gösterir: bizi bekleyen durgunluğu ve onun ekonomik ortodokslukları alaşağı etme gücünü henüz kavramamışlar. Agamben’in tüm acil durumları anti-terörist olarak görmesi gibi yöneticilerimiz de bu sistemsel krizi yalnızca mali bir kriz olarak görüyor: Bernanke’yi taklit ederek ve Friedmancı parasal genişleme önererek salgına sanki yeni bir 2008 imiş gibi yaklaşıyorlar. Parasalcı ortodoksluk mahkûmları olarak, bu kez talep şokunun basit bir likidite krizinden fazlasını yaratacağını anlamıyorlar.

Oldukça yakın bir gelecekte, kapitalistler iş yatırımlarının (havayolları, inşaat şirketleri, araba fabrikaları, turist turları, film yapımlarının) heba oluşunu izlerken servetlerin hepsi kaybedilecek. Ama bu bağlamda, Friedman’ın “helikopterle para saçılması” –ekonomiye astronomik miktarda likidite verilmesi- yaklaşımı sermayenin büyük ölçekli yıkımını başlatacak çünkü yeni basılan bu paranın karşılığında gerçek bir değer olmayacak. Savaş döneminde, hem mali hem de maddi sermaye zarar görür: altyapılar, fabrikalar, köprüler, limanlar, istasyonlar, havaalanları, binalar. Ama savaş bittiğinde bir yeniden inşa dönemi başlar ve ekonomik iyileşmeyi tetikleyen şey de bu yeniden inşa hareketidir. Ancak, yaşadığımız salgın daha ziyade, insanları öldüren ama binalara, yollara ve fabrikalara dokunmayan bir nötron bombasına benziyor. Bu nedenle, salgın bittiğinde yeniden inşa edecek bir şey olmayacak –dolayısıyla, bundan kaynaklanan bir iyileşme de.
Karantina kaldırıldıktan sonra insanlar kriz öncesi ölçekte araba, uçak bileti almaya başlamayacak. Pek çoğu işini kaybederken, kaybetmeyenler de para sıkıntısı çeken bir ekonomide müşteri bulmak için mücadele edecekler. Bu arada, özellikle sonradan ortaya çıkacak borç yığını yatırımcının güvenini sarstığında, birisinin virüsle ilgili devasa harcamanın faturasını üstlenmesi gerekecek ki bu noktada Wallenberg’in toplumsal kargaşa korkusu haklı çıkabilir: Ekonomik gereklilik adına bu “cömertliğin” faturası halka ödettirilirse krizden sonra hangi şok tedavi uygulanırsa uygulansın bu tedavi gerçekten de insanları isyana sürüklemeye hizmet edebilir. Salgın yukarıdan aşağıya kontrol ve gözetimi arttıracak; toplumu disiplin teknikleri için bir laboratuvar olarak yeniden şekillendirecektir. Ama bu durumda, yöneticilerin rolü de ayıyla dans olacaktır: Bizi denetlemek ve gözetlemek isteyenler bunu daha ucuz araçlarla yapmayı tercih edecektir. Nihayetinde, karantinayı kaldırmak kolay ama ekonomiyi yeniden canlandırmak daha zor olacak.

(Çeviri: Ayşen Tekşen) 

Marco d’Eramo kimdir?

1947’de İtalya’da doğan Marco d’Eramo, kuramsal fizik alanında yüksek lisans yaptı ve Pierre Bourdieu ile Paris’te sosyoloji çalıştı. 32 yıldır düzenli olarak Il Manifesto gazetesinde yazarlık yapan d’Eramo’nun The pig and the skyscraper, Il selfie del mondo adlı kitapları vardır.

Taz, New Left Review ve MicroMega için yazıyor ve Roma’da yaşıyor.

D’Eramo, 2016’da Lettre International dergisinde 2017’de Türkiye’de yapılması planlanan referandum hakkında çok şüpheci olduğunu ifade etti ve Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin Mussolini’nin yönetim modeli ile bir karşılaştırma yaptı.

About Author

Ahmet

Ahmet

Related Articles

TÜM HABERLER