A3 Haber

Slavoj Zizek: Kendini hor gören “politik olarak doğru” beyazların, ırkçılığı sonlandırma savaşına HİÇBİR katkısı yoktur

Slavoj Zizek: Kendini hor gören “politik olarak doğru” beyazların, ırkçılığı sonlandırma savaşına HİÇBİR katkısı yoktur

Slavoj Zizek: Kendini hor gören “politik olarak doğru” beyazların, ırkçılığı sonlandırma savaşına HİÇBİR katkısı yoktur
Temmuz 12
14:28 2020

Dünyaca ünlü sosyolog, kültür eleştirmeni, akademisyen Slavoj Zizek, RT.com’da yayımlanan analizinde “Sapkın bir biçimde suçluluk yaşamak (ve böylece gerçek kurbanlara tepeden bakmak) yerine etkin dayanışmaya ihtiyacımız var: Suç ve mağduriyet bizi hareketsiz kılar. Irkçılık ve cinsiyetçiliği yenebilmenin tek yolu hep birlikte, kendimize ve birbirimize sorumlu bireyler olarak davranmaktır” diyor. Zizek’in analizini Ayşen Tekşen’in çevirisiyle paylaşıyoruz.

Anıtları parçalamak ve geçmişi reddetmek, ırkçılığı irdelemenin ve siyahlara saygı göstermenin bir yolu değildir. Suçluluk hissetmek, kurbanlara tepeden bakmaktır ve pek de işe yaramaz.

21 Haziran’da Stuttgart merkezinde “görülmemiş ölçekte” bir taşkınlık karşısında Alman yetkililerin nasıl hayrete kapıldığı, medyada kapsamlı biçimde yer aldı: Partiye katılan 400-500 kişi gece boyunca ayaklanarak dükkanların vitrinlerini kırdı, mağazaları yağmaladı ve polise saldırdı.

Şiddet eylemlerini bastırması dört buçuk saat süren polis, failleri “parti ya da etkinlik ortamından” insanlar olarak tanımlayarak “iç savaş benzeri sahneler” için politik güdü olasılığını dışladı. Sosyal mesafe nedeniyle gidebilecekleri bar ya da kulüp olmadığından sokaklara çıkmışlardı.

Bu gibi sivil itaatsizlik örnekleri Almanya’yla sınırlı değil. 25 Haziran’da binlerce insan sosyal mesafeyi göz ardı ederek İngiltere plajlarını doldurdu. Güney sahilindeki Bournemouth’dan şunlar bildirildi: “Alanın arabalar ve güneşlenen insanlarla dolması trafik tıkanıklığına yol açtı. Deniz kenarından atık dağlarını kaldırmaya çalışan çöpçüler kötü muamele ve tehditle karşılaştılar ve bazı aşırı alkol ve kavga olayları kaydedildi.”

Bu şiddet patlamalarının suçunu, sosyal mesafe ve karantinanın zorunlu kıldığı hareketsizliğe yüklemek mümkün ve dünyanın her yerinde benzer olaylar görmeyi beklemek de mantıklı. Son ırkçılık-karşıtı protesto dalgasının benzer bir mantık izlediğini de savunabilirsiniz: İnsanların dikkatlerini koronavirüsten uzaklaştırmak için inandıkları bir şeyle uğraşması onları rahatlatıyor.

Bu noktada çok farklı türden şiddet örneklerinden söz ettiğimiz kesindir. Plajda insanlar sadece normal yaz tatillerini geçirmek istedi ve bunu engellemeye çalışanlara öfkeyle yanıt verdi.

Stuttgart’da ise eğlence yağma ve yıkımdan –bizzat şiddetten- doğdu. Ama (beklendiği gibi, bazı solcuların bunu tüketicilik ve polis kontrolüne karşı bir protesto olarak yorumlamaya çalışmasına rağmen) orada gördüğümüz şey, en kötüsünden bir şiddet karnavalı, kör bir öfke patlamasıydı. Genelde şiddet içermeyen  ırkçılık-karşıtı gösteriler ise sadece soylu bir amaç uğruna yetkililerin emirlerini göz ardı ettiler.

Elbette bu türden şiddet olayları ağırlıklı olarak gelişmiş Batılı toplumlarda görülür –Yemen, Afganistan ve Somali gibi ülkelerde zaten var olan ve ileride kesinlikle tırmanacak olan çok daha aşırı şiddet olaylarını konu dışı bırakıyoruz. Guardian gazetesi bu hafta başında şunları yazdı: “Zaten büyüyen şiddet, derinleşen yoksulluk ve kıtlık endişesiyle kıvranmakta olan  ülkelerde salgının hızla yayılmasına izin verilirse, bu yaz mevsimi dünyanın gördüğü en kötü felaketlerden bazılarını beraberinde getirecektir.

Aralarındaki farklara rağmen üç şiddet türünün paylaştığı önemli bir özellik vardır: İçlerinden hiçbiri tutarlı bir sosyopolitik program belirtmez. Irkçılık-karşıtı protestolar öyleymiş gibi görünebilir ama politik olarak doğru bir ırkçılık ve cinsiyetçiliğin izlerini silme hırsı –kendi zıddına, yeni muhafazakar beyin yıkamaya çok yaklaşan bir hırs- tarafından yönetildiklerinden bunu başaramazlar.

16 Haziran’da Romanya meclisi tarafından kabul edilen yasa tüm eğitim kurumlarının “toplumsal cinsiyetin biyolojik cinsiyetten farklı bir kavram olduğunu savunan cinsel kimlik kuramlarını ve görüşlerini yaymasını” yasaklar. Merkez sağcı bir senatör ve üniversite profesörü olan Vlad Alexandrescu bile bu yasayla ilgili olarak “Romanya kendisini Macaristan ve Polonya’nın savunduğuyla aynı konuma düşürüyor ve düşünce polisliği başlatan bir rejim haline geliyor” demektedir.

Cinsiyet kuramını doğrudan yasaklamanın, popülist yeni sağ programının bir parçası olduğu kesindir ama salgınla yeni bir ivme kazanmıştır. Salgın karşısında tipik yeni popülist sağ tepki, önünde sonunda bu salgının çok kültürlü karışımların ağırlıkta olduğu küresel toplumumuzdan kaynaklandığı şeklindedir. Dolayısıyla, onunla savaşmanın yolu toplumlarımızı sağlam ve geleneksel değerlere sahip belli bir kültürden köklenen, daha milliyetçi toplumlar haline getirmektir.

Suudi Arabistan ve Katar gibi köktendinci ülkelerin yıkılmakta olduğu karşısavını bir yana bırakalım ve son dışavurumu, Katoliklerin izin almadan okumalarının yasaklandığı, Endeksin Kutsal Cemaati tarafından ahlaka aykırı ya da sapkın kabul edilen yayınlar koleksiyonu, Index Librorum Prohibitorum (Yasak Kitaplar Listesi) olan “düşünce polisliği” yöntemine odaklanalım.

Liste erken moderniteden başlayarak 1966 yılına kadar yürürlükteydi (ve düzenli olarak güncellendi) ve Avrupa kültüründe adı geçen herkes bir noktada buna dahil olmuştu. Birkaç yıl önce arkadaşım Mladen Dolar’ın dediği gibi, bir noktada bu listede yer alan tüm kitaplar ve yazarların olmadığı bir Avrupa kültürü düşündüğünüzde geriye kalan yalnızca bir çöldür.

Bundan söz etmemin nedeni tüm ırkçılık ve cinsiyetçilik izlerini kültürümüzden temizlemeye yönelik son itkinin Katolik Kilisesinin Endeksiyle aynı tuzağa düşme tehlikesini davet ettiğini düşünmemdir. Irkçılık ve feminizm-karşıtlığının bazı izlerine rastladığımız tüm yazarları çıkarırsak geriye ne kalır? Hiç abartısız, tüm büyük felsefeciler ve yazarlar yok olurdu.

Bir noktada Katolik endeksinde yer alan ama aynı zamanda günümüzde pek çok kişi tarafından fazlasıyla ırkçı ve cinsiyetçi Batı hegemonyasının felsefi mucidi olarak kabul edilen Descartes’ı ele alalım.

Descartes’ın evrensel şüphe konumuna temel oluşturan deneyiminin, tam da kişinin kendi geleneğinin başkalarının “eksantrik” görünen geleneklerinden daha iyi olmadığına dair, “çok kültürlü” bir deneyim olduğunu unutmamak gerekir.  “Yöntem Üzerine Konuşma” adlı çalışmasında yazdığına göre, yolculukları sırasında “bizimkilere çok zıt” gelenek ve göreneklerin “ille de barbar ya da vahşi olmadığını ama bizimkiler kadar ve hatta daha da büyük oranda mantıklı olabileceklerini” anlamıştır.

Dekartçı bir felsefeci için etnik köken ve milli kimliğin bir hakikat kategorisi olmamasının nedeni budur. Descartes’ın kadınlar arasında popüler olmasının nedeni de budur: İlk okurlarından birinin belirttiği gibi cogito’nun –saf düşünce konusu- cinsiyeti yoktur.

Cinsel kimliklerin biyolojik olarak belirlenmeyip sosyal olarak yapılandığı şeklindeki güncel iddialar ancak Dekartçı geleneğin arka planı karşısında mümkündür; Descartes’ın düşüncesi olmadan çağdaş bir feminizm ve ırkçılık-karşıtlığı olmaz.

Dolayısıyla, zaman zaman ırkçılık ve cinsiyetçiliğe kaymasına rağmen Descartes anılmayı hak eder ve felsefe geçmişimizin tüm büyük isimlerine de aynı kriteri uygulamamız gerekir: Platon ve Epikür’den Kant, Hegel, Marx ve Kierkegaard’a kadar… Çağdaş feminizm ve ırkçılık-karşıtlığı, çok gerilere uzanan bu özgürleştici  gelenekten doğdu ve bu soylu geleneği rezil popülistlere ve muhafazakarlara bırakmak düpedüz delilik olur.

Tartışmalı politik figürler için de aynı şey geçerlidir. Evet, Thomas Jefferson’ın köleleri vardı ve Haiti devrimine karşı çıktı –ama daha sonraki siyah kurtuluş hareketinin politik-ideolojik zeminini hazırladı. Ve evet, Batı Avrupalılar Amerika’yı istila ederek belki de dünya tarihinin en büyük soykırımına neden oldular. Ama Avrupa düşünce faaliyetleri bugün bu vahşeti tüm boyutlarıyla görmemizin politik-ideolojik zeminini hazırladı.

Ve konu yalnızca Avrupa da değil: Evet, genç Gandhi Güney Afrika’da yerliler için eşit haklar uğruna mücadele ederken siyahların içinde bulunduğu kötü durumu göz ardı etti. Ama yine de tarihin en büyük sömürgecilik-karşıtı hareketini başarıyla yönetti.

Dolayısıyla, bir yandan geçmişimize (ve özellikle de şimdimizde devam eden geçmişimize) karşı acımasızca eleştirel olmamız gerekirken diğer yandan da kendimizi hor görme tuzağına düşmemeliyiz –başkalarına karşı kendini hor görmeye dayalı bir saygı her zaman ve doğası gereği yanlıştır.

Bizim toplumlarımızdaki çelişki, ırkçılık-karşıtı gösterilere katılan beyazların çoğunlukla ikiyüzlü bir biçimde suçluluk yaşayan üst orta sınıf beyazlar olmasıdır. Belki de bu göstericilerin yeterince radikal olmamakla suçlanması mümkün olmayan Frantz Fanon’dan alacağı dersler vardır:

Bir insan ne zaman ruhun saygınlığının zaferine katkı yapsa, başka insanlara boyun eğdirilmesine hayır dese kendimi onunla dayanışma içinde hissetmişimdir. Benim temel görevimin renkli insanların geçmişinden çıkarılması gerekmez. /…/  Siyah tenim özel değerler deposu değildir. /…/ Renkli bir insan olarak, beyaz insanın ırkımın geçmişiyle ilgili suçluluğunun kristalleşmesini ümit etme hakkına sahip değilim. Renkli bir insan olarak, eski efendimin gururunu ayaklar altına almanın yollarını arama hakkına sahip değilim. Boyunduruk altına alınmış atalarım için tazminat talep etme hakkım ya da görevim yoktur. Siyah misyonu diye bir şey yoktur; beyazın yükü diye bir şey yoktur. /…/ 17. yüzyılın köle tacirlerinin hesabını bugünün beyazlarından mı soracağım? Elimdeki tüm araçlarla onların ruhlarında suçluluk filizlenmesi için mi çabalayacağım? /…/  Ben atalarımı insanlıktan çıkarmış olan köleliğin kölesi  değilim.

Oysa (beyazların) suçunun zıddı -New York Central Park’ta çekilen o korkunç Amy Cooper videosunda en doğru şekliyle gösterilen- süregelen, politik olarak doğru ırkçılıklarını hoş görmek değildir.

Akademisyen Russell Sbriglia ile yaptığım konuşmada bana “videonun en garip, en etkileyici bölümü -hem 911’i aramadan önce bizzat siyah adama hem de telefon görüşmesi esnasında polis memuruna- özellikle ‘Afro-Amerikalı bir adamın’ kendisini tehdit ettiğini söylemesi. Sanki uygun, politik olarak doğru jargonu (“siyah” değil “Afro-Amerikalı” biri) kullanırsa yaptığı ırkçılık olmazmış gibi” dedi.

Sapkın bir biçimde suçluluk yaşamak (ve böylece gerçek kurbanlara tepeden bakmak) yerine etkin dayanışmaya ihtiyacımız var: Suç ve mağduriyet bizi hareketsiz kılar. Irkçılık ve cinsiyetçiliği yenebilmenin tek yolu hep birlikte, kendimize ve birbirimize sorumlu bireyler olarak davranmaktır.

 

 

About Author

Ahmet

Ahmet

Related Articles

TÜM HABERLER